26 Eylül 2011 Pazartesi
Yazığım Geldi
11 Temmuz 2011 Pazartesi
Bêsebeb (Sebepsiz)
"Pepug ânci wenda" yani "Pepug yine ötmeye başladı" sözü başa gelen kötü olayları, olumsuzlukları, felaketleri tanımlamak için kullanılır Dersim'de. Çocukluk yıllarımızda akşamları oynanan saklambaç oyununun ardından toplaşıp daha çok birbirimizi korkutmak için anlatırdık Pepug efsanesini. Karanlıkta ay ışığının aydınlattığı Kou Spi'nin (Beyaz Dağ) o çıplak yamaçlarında gözüken yalnız ağaçta yaşadığına inandırmıştık kendimizi Pepug Kuşu'nun. Geceleri duyduğumuz Pepug'un sesinin bize çok uzakta olan o ağaçtan geldiğini sanırdık hep...
Efsaneye göre Pepug ve Keleng iki kardeştirler ve çocuk yaşta annelerini kaybederler. Anneleri ölünce babaları acımasız, zalim bir üvey anne getirir evlerine. Bahar ayları gelince üvey anne Pepug ve Keleng'i Munzur dağlarına kenger toplamaya gönderir. Kenger Dersim dağlarında tıpkı Gulike ve Süng gibi yalnızca bahar aylarında toplanabilen kökü sütlü hem çiğ hem de sakız olarakta tüketilebilen bir bitkidir.
Gün boyunca bir hayli yorulan iki kardeş üvey annelerinin onlara verdiği heybeyi zoraki doldurabilirler. Ancak heybe delinmiştir ve eve ulaşıncaya değin topladıkları bütün kengerler onlar farkına varmadan yola saçılmıştır. Üvey anneye ne cevap vereceklerini bilemeyen Keleng kardeşinden şüphelenir ve kengerleri Pepug'un yediğini zanneder. Pepug Keleng'e kengerleri kendisinin yemediğini anlatsa da inandıramaz bir türlü onu. Keleng en sonunda Pepug'un midesine bakmaya karar verir. Midesini açar bakar ki hiçbir şey yok. Pepug doğru söylemiştir meğer ki. Sonra tekrar diker Pepug'un midesini ama bir işe yaramaz. Pepug ölmüştür. Üzüntüden kollarını açan Keleng aşağıdaki sözleri söyler ve sonra kuş olup Dersim dağlarında gözden kaybolur.
“Pepo”
“Keko”
“Kum kerd” (Kim yaptı?)
“Mı kerd” (Ben yaptım)
“Kum kişt” (Kim öldürdü?)
“Mı kişt” (Ben öldürdüm)
“Kum şit” (Kim yıkadı?)
“Mı şit (Ben yıkadım.)
16 Nisan 2011 Cumartesi
Hasselt Sanrısı
Her şey sanıldığından daha kolay başlamıştı. Dümdüz tarlacıklar, güneş ışığıyla parıldayan irili ufaklı yemyeşil tepecikler yukardan bakılınca ilahsız cennete düşüyormuş havası veriyordu.Kaptanda hazırdı artık. 'Kemerlerinizi sıkı bağlayın cennete düşüyoruz' diye seslendi son bir kez. Düşüşle birlikte anlamsız bir alkış tufanı kopmuştu. İyi de yabancı memlekete düşüyoruz niye alkışlıyorsunuz uğultuları başladı bu kez. Kısa bir süre sonra bu insanları uzunca bir süre toplu halde görmeyecek oluşun heyecanıyla atıverdi dışarı kendini.
Tepeler, tarlalar, ağaçlar paralel düzlemde daha bir renklenmişti. Tren camından uzağa en uzağa bakıp bakıp acaba sonu gelecek mi diye uzunca bakıyordu ama boşuna. Her yeşil tepeciğin sonunda ya yeni yeşil bir tepecik ya da küçükken resim defterine çokça çizdiği uzun dik çatılı çiftlik evlerinden üçer beşer beliriyordu. Etraftaki insanlarda tuhaf gözükmüyordu üstelik yabancı bir ülke de yabancı olduğu alalen belli olmasına rağmen...
Önceden haber verdiği saatte 3 kişi bekliyordu Hasselt istasyonunda. Sigi en çok konuşanıydı. Hemen her şey ile ilgilenişi bu grubun lideri olduğunu açıkça gösteriyordu. Sigi'nin yanından ayrılmayan Thomas ve Els arada biz de sana yarım edebiliriz diye mırıldanıyorlardı. Koca valizi taşımaya yardım ettikleri için mutlu olmuştu en çok. Uzun ve yorucu yolculuk yormadan sonlanacaktı bu kez. Kısacık bir otobüs yolcuğunun ardından beş ayını geçireceği iki kırmızı binaya varabilmişti.
Kapı önündeki kalabalık tıpkı onun gibi yeni gelenlerden kaynaklanıyordu. Ufak ama içinde keşfedecek çok yeri olan odasına girişte dikkatini ilk çeken çatıdan açılan penceresi oldu. Pencereden dışarı baktığında cennetin en güzel yerini kendine ayırttığının farkına vardı. Valizini tek odalı evine bıraktıktan sonra Sigi aşağıya çağırdı onu. Bir anda yirmi kişi ile tanışacaktı. Çekingen bir merhabadan sonra herkes gibi o da komşu odalarda kalanları aramaya koyuldu. Çok geçmemişti ki sağında Fransız İgal solunda Finli Mika ile komşu olduğunu öğrenecekti. İki yan odada kalan Rus asıllı Alman Sergey ile komşularına göre daha çok konuşuyordu halbuki. Ülkelerin belirlenmesinin ardından sıra gelmişti şehirlere:
Onun Türkiye'den değilde İstanbul'dan geliyor oluşu daha ilgi çekmişti yeni arkadaşlarınca. Bu ilk anda onunda aklına yatacaktı ve sorulan her soruya yıllardır İstanbul da yaşıyormuş edasıyla ustalıkla cevap verecekti...
Bu kısa tanışmanın ardından Sigi ve arkadaşlarının ikram ettiği sandviçler, biralar ve batan güneş eşliğinde heyecanlı bir başlangıç yapılabilirdi öyleyse...
2 Nisan 2011 Cumartesi
İsmail Beşikçi'ye Destek !!!
Dr. İsmail Beşikçi, Çağımızda Hukuk ve Toplum dergisinin, kış-2010 tarihli sayısında çıkan Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler başlıklı yazısı yüzünden 15 ay ceza almıştır.
14 Mart 2011 Pazartesi
Kahverengi Kırmızı Toprak
Bizim oraların ağıtlarına benzeyen bir ezgi arka planda çalıyordu. Üzerine de PJ ablamız bir şeyler söylüyordu ama ben onu değilde arkada çalan ezgiyi dinliyordum. Şarkı tam bitti bitecek derken kulaklığımı çıkarıp metroda ney çalan adama kulak kesildim bu kez. Sanki şarkının devamını çalıyor gibiydi. Bu tesadüfü uyum bir anlığına da olsa tebessüm ettirmişti bana. Lakin akşam eve geldiğimde şarkıdaki ezginin Kürtçe olduğunu öğrenince bu kez kendimi "Çok bildiğini sanan çok yanılır" hesabı duvarlara vurma gereği duydum. "Bizim lehçemiz farklı kardeşim!" şeklinde bir savunmayla bu konuyu bir daha hiç açılmamak üzere kapatmakla yetiniyorum şimdilik...
Şubat ayında yayınlan Radiohead'in son albümü King of Limbs'le başka bir boyutta müzik dinlediğimizi zannederken meğer fazla ihmal etmişiz PJ ablamızı. Bu iki albümü karşılaştıranlar kervanına dahil olmakta ben de bir sakınca görmüyorum. Siz de görmeyin.Sene sonuna kadar bir mucize gerçekleşmezse yıl sonunda da yine bu iki albümü konuşuyor olacağım(z).
14 Şubatta piyasaya sürülen, kilise de kaydedilmiş, savaşı anlatan, ilk gününde ve ilk dinleyişimde beni sarsan yeni PJ Harvey albümü "Let England Shake" bu yılı sallamaya şimdiden aday. Albümden yayınlanan ilk single "The Words That Maketh Murder" şarkısında "What if I take my problem to the United Nations" şeklinde sakin sakin günümüz dünyasında olup bitene kızan PJ'nin Nisan 18'de yayınlanacak ikinci single "The Glorious Land" ile bu kez savaşın ve albümün gerçek anlamda açılışını yapmış olacak.
Albümü dinlerken gözden kaçmayan detaylardan biri de PJ'nin Björk vari vokalleri. Kürtçe ezginin duyulduğu "England" ve "Written On The Forehead" şarkılarında bu bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Bunun yanında ondan alışık olmadığımız bir vokal tarzıyla yorumladığı "On Battleship Hill" 50. dinleyişten sonra bu zamanda bu kadar güzel şarkı dedirtecek cinsten. Sonrasında "In The Dark Places" ile artık Radiohead ile yapamadığım diğer boyutta müzik dinleme işini bu kez hakkını vererek yapmış olmanın mutluluğu ile albümün sonlanmasını istemiyor insan ama nafile...
Albümün finalinde hazır 18 Mart yaklaşmışken Çanakkale'de olup bitenlere göndermeler yaptığı şarkısı "The Colour Of The Earth" ile savaş sonrası geriye kahverengi kırmızı topraktan başka bir şey kalmadığından bahsediyor PJ ve albümü bu sözlerle bitiriyor.Biz de burada bitirelim madem.
1 Mart 2011 Salı
Akademi'nin Kürt Sorunu
MESUT YEĞEN KİMDİR?
27 Şubat 2011 Pazar
Hatırlatma
Yapılan vahşete gelince... Uzun uzun anlatmak yerine 38' de ailesiyle birlikte sürgüne gönderilen, olayın mağdurlarından Cemal Süreyya'nın dizeleri katliamı en kısa yoldan anlatıyor bizlere :
Tüfekli iki erin nezaretinde.
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
Tarih öncesi köpekler havlıyordu."
26 Ocak 2011 Çarşamba
Amed
"Açılan kapıyla birlikte kendini dışarıya ilk atanlardan biri bendim. Kapıdan çıkışımla yüzüme vuran sıcak hava beni uçağın pervanelerini aramaya yöneltmişti. Uçağın merdivenlerinden bir an önce aşağıya ineyimde bu sıcak hava akımından bir an önce kurtulayım düşüncesiyle hızlıca iniverdim merdivenlerden. Uçaktan bayağı uzaklaşmama rağmen sıcak hava yüzüme vurmaya devam edince sıcaktan ağlar gibi oldum bir an ufak bir duraksamadan sonra kendimi kurtarmak için üzerinde Diyarbakır Havaalanı yazan yapının içine attım..."
Şehrin her neresinde iseniz sıcağa aldırmadan "Haydê! Xestexane, Koşu Yoli, Ofis, Dağkapi!" diye bağıran dolmuş ya da otobüslerden birine binip şehir merkezine ulaşmak mümkün. Kültürel merkezdeki Gazi Caddesi denilen yerde şehrin tarihi yapıları bol miktarda görülebilmekte. Gerek bu cadde üzerinde yürürkeken, gerekse caddeden sağa sola sapıp daracık sokaklar arasında yürürken şehir sanki halen birkaç yüzyıl öncesinde yaşıyormuş gibi görünüyor. Başlangıçta bir yabancı için biraz ürkütücü gibi gözükse de biraz dolaştıktan sonra bu korku yerini gayet keyifli keşfetme arzusuna bırakıyor. Dolaşırken buralarda halen mevcut olan kasetçilerden duyulan hareketli, zaman zaman insanı çılgına çeviren Kürtçe melodiler eşliğinde tarihi hanları, surları, camileri, Süryani kiliselerini gezebilmenizin yanı sıra; sağda solda hayatınızda daha önce göremeyeceğiniz bugün görseniz bile ne satıldığını anlamayacağınız dükkanlar, çarşılar, zanaatkarlar pek çok tarihi yapıdan daha ilgi çekici olabilir.
Kenti gezmenin en keyifli yanlardan biri de gezerken sağda solda konuşulanlara kulak kabartmak. Ancak siz de benim gibi Amed'de konuşulan Kürtçe'den bir şey anlamıyorsanız işiniz biraz daha zor demektir. Bölge insanı genelde kendi arasında doğal olarak Kürtçe konuşuyor. Hatta devlet dairelerinde ve bankalarda ve hastanelerde Kürtçe konuşan memurlar ya da işlerin Kürtçe yürüdüğünü bile görebilmek mümkün. Ancak bu sizi çok ürkütmesin sizin yabancı olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya başlıyorlar. Fakat benim gibi Kürt olduğunuzu anlayıp size Kürtçe sorular sormaya başladıklarında çeşitli iletişim zorlukları yaşamıyor değilsiniz. Lokantada yemek yerken, bir çay bahçesinde çay içerken ya da otobüs beklerken bu kulak kabartmak işi daha kolay oluyor. Şehrin politize edilmiş halinden kaynaklı pek çok konuşma bu eksende dönüyor. "Sene bilemedin '78 bilmedin '79... Sağ-sol zamani..." diye başlayan kentte yıllar boyu yaşanan ve kendilerinin tanık oldukları olayları, acıları, dramları büyük bir gururla anlatmak çoğu Kürtte olduğu gibi büyük bir zevk onlar için. Geçen senenin en konuşulanlarından biri de benim ilk seferimde sıcak havadan dolayı havaalanında pek farkedemediğim ancak daha sonra buranın aslında askeri havaalanı olduğunu öğrendiğim Diyarbakır Havaalanından hergün Kuzey Irak'ı bombalaya gidiyoruz diye havalanan jetlerin akşamları kentin etrafını saatlerce turlamasının aslında halk üzerinde psikolojik baskı oluşturmaya yönelik olduğuna dair konuşmalardı...
Kulak kabartmanın dışında kente gelmişken şehir insanı tarafından kahvaltı yerine bile tercih edilen meşhur Diyarbakır ciğerini tatmadan ayrılmayın. Yok tıka basa yemek istiyorum diyorsanız Mardin Yolu üzerinde şehrin meşhur lokantalarından birinde bu isteğinizi çokta ucuza gerçekleştirebilirsiniz. Paranız yoksa da fırınlardan birine girip batılıların pide dediği sıcak açık ekmeklerden bir tane alıp yiyin. Tarihi yerlerin dışında şehrin işlerinin yürüdüğü, çarşısı diyebileceğimiz Ofis denilen yer şöyle bir turlanabilecek yerlerden. Vakit bulursanız şehrin içine sıkışmış dillere destan Diyarbakır Cezaevine'de bir göz gezdirin.
20 Ocak 2011 Perşembe
Hamash Delam Migire
Kaynak : Şeytan Uçurtması(Sözler) ve Engin(Şarkı) Read more...