26 Eylül 2011 Pazartesi

Yazığım Geldi


Bir değişikmiş bu Diyarbakır'ın çocukları da.. Birbirleriyle kavga ettikten sonra dövdüğü arkadaşına acıyan çocuk "üzüldüm" ya da "acıdım" demek yerine "yazığım geldi" diyor. Kahkahaların sonunda ufak bir tebessüm...

Burdaki çocuklar evcilik, doktorculuk oynamak yerine Apoculuk oynuyorlar. Kendi aralarında bir grup KCK Yürütme konseyi oluyor. Kalanlarda ya polis ya da jitemci oluyor. Oyunun sonunda nedense hep KCK kazanıyor ve bu zaferi kendi aralarında büyük bir coşkuyla kutluyorlar.

Diyarbakır da çocuklar taş atma konusunda da bayağı tecrübeliler. Öyle ki 100-200 metreden gözleri kapalı istedikleri hedefin alnının ortasına şak diye yapıştırabiliyorlar taşları. Biraz büyüyüp 12-13 yaşlarına geldiklerinde ise ellerinde pompalı tüfeklerle şehrin merkezinde korkusuzca sağa sola ateş edebiliyorlar.

Diyarbakır'ın dar sokakları arasında turist edasıyla gezerken üstü başı kirli, elbisesi yırtık pırtık eline bir ekmek ya da karpuz parçası tutuşturulmuş çocuklar gördüğümüzde fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmaktan başka bir şey gelmiyor elinizden.

Bir yanda elindeki termosla gün boyu çay satarak para kazanmaya çalışan ufak çocuk. Utangaçlığından ve iyi niyetinden bir şey kaybetmemiş henüz. Verdiği plastik bardağın altına bir tane daha koyuyor elimiz yanmasın diye. Al bunu buna gerek yok diye geri uzattığınızda bardağı geri almıyor inatla. Yere düşen çay şekerini almaya yeltendiğinizde onu da vermiyor inatla paketten yenisini uzatıyor hemencecik...

Hemen yanında içeride Ortadoğu'da ve Dünya da yoksulluğu tartışıyor büyükleri. Hikayeler, anılar anlatılıyor yoksullukla ilgili... Ancak travma burada da kendini gösteriyor konu dönüyor dolaşıyor Demokratik Özerklik, Ana dilde eğitim, Kürtlere yapılan ötekileştirme... konularına takılıyor, bağlanıyor...

Konuşmaların, anlatılan hikayelerin sonunda herkesin yazığı geliyor ama boşuna...

Read more...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Bêsebeb (Sebepsiz)


"Pepug ânci wenda" yani "Pepug yine ötmeye başladı" sözü başa gelen kötü olayları, olumsuzlukları, felaketleri tanımlamak için kullanılır Dersim'de. Çocukluk yıllarımızda akşamları oynanan saklambaç oyununun ardından toplaşıp daha çok birbirimizi korkutmak için anlatırdık Pepug efsanesini. Karanlıkta ay ışığının aydınlattığı Kou Spi'nin (Beyaz Dağ) o çıplak yamaçlarında gözüken yalnız ağaçta yaşadığına inandırmıştık kendimizi Pepug Kuşu'nun. Geceleri duyduğumuz Pepug'un sesinin bize çok uzakta olan o ağaçtan geldiğini sanırdık hep...

Efsaneye göre Pepug ve Keleng iki kardeştirler ve çocuk yaşta annelerini kaybederler. Anneleri ölünce babaları acımasız, zalim bir üvey anne getirir evlerine. Bahar ayları gelince üvey anne Pepug ve Keleng'i Munzur dağlarına kenger toplamaya gönderir. Kenger Dersim dağlarında tıpkı Gulike ve Süng gibi yalnızca bahar aylarında toplanabilen kökü sütlü hem çiğ hem de sakız olarakta tüketilebilen bir bitkidir.

Gün boyunca bir hayli yorulan iki kardeş üvey annelerinin onlara verdiği heybeyi zoraki doldurabilirler. Ancak heybe delinmiştir ve eve ulaşıncaya değin topladıkları bütün kengerler onlar farkına varmadan yola saçılmıştır. Üvey anneye ne cevap vereceklerini bilemeyen Keleng kardeşinden şüphelenir ve kengerleri Pepug'un yediğini zanneder. Pepug Keleng'e kengerleri kendisinin yemediğini anlatsa da inandıramaz bir türlü onu. Keleng en sonunda Pepug'un midesine bakmaya karar verir. Midesini açar bakar ki hiçbir şey yok. Pepug doğru söylemiştir meğer ki. Sonra tekrar diker Pepug'un midesini ama bir işe yaramaz. Pepug ölmüştür. Üzüntüden kollarını açan Keleng aşağıdaki sözleri söyler ve sonra kuş olup Dersim dağlarında gözden kaybolur.




“Pepo”

“Keko”

“Kum kerd” (Kim yaptı?)

“Mı kerd” (Ben yaptım)

“Kum kişt” (Kim öldürdü?)

“Mı kişt” (Ben öldürdüm)

“Kum şit” (Kim yıkadı?)

“Mı şit (Ben yıkadım.)

Read more...

16 Nisan 2011 Cumartesi

Hasselt Sanrısı



Her şey sanıldığından daha kolay başlamıştı. Dümdüz tarlacıklar, güneş ışığıyla parıldayan irili ufaklı yemyeşil tepecikler yukardan bakılınca ilahsız cennete düşüyormuş havası veriyordu.Kaptanda hazırdı artık. 'Kemerlerinizi sıkı bağlayın cennete düşüyoruz' diye seslendi son bir kez. Düşüşle birlikte anlamsız bir alkış tufanı kopmuştu. İyi de yabancı memlekete düşüyoruz niye alkışlıyorsunuz uğultuları başladı bu kez. Kısa bir süre sonra bu insanları uzunca bir süre toplu halde görmeyecek oluşun heyecanıyla atıverdi dışarı kendini.

Tepeler, tarlalar, ağaçlar paralel düzlemde daha bir renklenmişti. Tren camından uzağa en uzağa bakıp bakıp acaba sonu gelecek mi diye uzunca bakıyordu ama boşuna. Her yeşil tepeciğin sonunda ya yeni yeşil bir tepecik ya da küçükken resim defterine çokça çizdiği uzun dik çatılı çiftlik evlerinden üçer beşer beliriyordu. Etraftaki insanlarda tuhaf gözükmüyordu üstelik yabancı bir ülke de yabancı olduğu alalen belli olmasına rağmen...

Önceden haber verdiği saatte 3 kişi bekliyordu Hasselt istasyonunda. Sigi en çok konuşanıydı. Hemen her şey ile ilgilenişi bu grubun lideri olduğunu açıkça gösteriyordu. Sigi'nin yanından ayrılmayan Thomas ve Els arada biz de sana yarım edebiliriz diye mırıldanıyorlardı. Koca valizi taşımaya yardım ettikleri için mutlu olmuştu en çok. Uzun ve yorucu yolculuk yormadan sonlanacaktı bu kez. Kısacık bir otobüs yolcuğunun ardından beş ayını geçireceği iki kırmızı binaya varabilmişti.

Kapı önündeki kalabalık tıpkı onun gibi yeni gelenlerden kaynaklanıyordu. Ufak ama içinde keşfedecek çok yeri olan odasına girişte dikkatini ilk çeken çatıdan açılan penceresi oldu. Pencereden dışarı baktığında cennetin en güzel yerini kendine ayırttığının farkına vardı. Valizini tek odalı evine bıraktıktan sonra Sigi aşağıya çağırdı onu. Bir anda yirmi kişi ile tanışacaktı. Çekingen bir merhabadan sonra herkes gibi o da komşu odalarda kalanları aramaya koyuldu. Çok geçmemişti ki sağında Fransız İgal solunda Finli Mika ile komşu olduğunu öğrenecekti. İki yan odada kalan Rus asıllı Alman Sergey ile komşularına göre daha çok konuşuyordu halbuki. Ülkelerin belirlenmesinin ardından sıra gelmişti şehirlere:

Onun Türkiye'den değilde İstanbul'dan geliyor oluşu daha ilgi çekmişti yeni arkadaşlarınca. Bu ilk anda onunda aklına yatacaktı ve sorulan her soruya yıllardır İstanbul da yaşıyormuş edasıyla ustalıkla cevap verecekti...

Bu kısa tanışmanın ardından Sigi ve arkadaşlarının ikram ettiği sandviçler, biralar ve batan güneş eşliğinde heyecanlı bir başlangıç yapılabilirdi öyleyse...

Read more...

2 Nisan 2011 Cumartesi

İsmail Beşikçi'ye Destek !!!

Kamuoyuna

Dr. İsmail Beşikçi, Çağımızda Hukuk ve Toplum dergisinin, kış-2010 tarihli sayısında çıkan Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler başlıklı yazısı yüzünden 15 ay ceza almıştır.

Ne yazık ki ülkemizde düşünceyi açıklamak hala suç.

Hala milyonlarca insanın kullandığı anadili yok sayılıyor.

Hala KCK davasında Kürtçe olduğu düşünülen bilinmeyen dil ibaresi kullanılarak bir dilin varlığı inkar edilmeye çalışılıyor.

Biz,

Fikirlerin yasaklanmadığı bir ülkede yaşamak istiyoruz.

İnsana karşı devleti koruyan zihniyetin terkedilmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.

İsmail Beşikçi nin şahsında, insanların düşünceleri yüzünden yargılanmasını, ceza almasını kınıyoruz.

Eğer İsmail Beşikçi nin söz konusu yazısı suç ise, yazısının altına imzamızı atarak aynı suçu işlediğimizi bildiriyoruz.

NOT: Bu açıklama aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı, TBMM Başkanlığı , Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı'na gönderilecektir.

Read more...

14 Mart 2011 Pazartesi

Kahverengi Kırmızı Toprak

Bizim oraların ağıtlarına benzeyen bir ezgi arka planda çalıyordu. Üzerine de PJ ablamız bir şeyler söylüyordu ama ben onu değilde arkada çalan ezgiyi dinliyordum. Şarkı tam bitti bitecek derken kulaklığımı çıkarıp metroda ney çalan adama kulak kesildim bu kez. Sanki şarkının devamını çalıyor gibiydi. Bu tesadüfü uyum bir anlığına da olsa tebessüm ettirmişti bana. Lakin akşam eve geldiğimde şarkıdaki ezginin Kürtçe olduğunu öğrenince bu kez kendimi "Çok bildiğini sanan çok yanılır" hesabı duvarlara vurma gereği duydum. "Bizim lehçemiz farklı kardeşim!" şeklinde bir savunmayla bu konuyu bir daha hiç açılmamak üzere kapatmakla yetiniyorum şimdilik...

Şubat ayında yayınlan Radiohead'in son albümü King of Limbs'le başka bir boyutta müzik dinlediğimizi zannederken meğer fazla ihmal etmişiz PJ ablamızı. Bu iki albümü karşılaştıranlar kervanına dahil olmakta ben de bir sakınca görmüyorum. Siz de görmeyin.Sene sonuna kadar bir mucize gerçekleşmezse yıl sonunda da yine bu iki albümü konuşuyor olacağım(z).

14 Şubatta piyasaya sürülen, kilise de kaydedilmiş, savaşı anlatan, ilk gününde ve ilk dinleyişimde beni sarsan yeni PJ Harvey albümü "Let England Shake" bu yılı sallamaya şimdiden aday. Albümden yayınlanan ilk single "The Words That Maketh Murder" şarkısında "What if I take my problem to the United Nations" şeklinde sakin sakin günümüz dünyasında olup bitene kızan PJ'nin Nisan 18'de yayınlanacak ikinci single "The Glorious Land" ile bu kez savaşın ve albümün gerçek anlamda açılışını yapmış olacak.

Albümü dinlerken gözden kaçmayan detaylardan biri de PJ'nin Björk vari vokalleri. Kürtçe ezginin duyulduğu "England" ve "Written On The Forehead" şarkılarında bu bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Bunun yanında ondan alışık olmadığımız bir vokal tarzıyla yorumladığı "On Battleship Hill" 50. dinleyişten sonra bu zamanda bu kadar güzel şarkı dedirtecek cinsten. Sonrasında "In The Dark Places" ile artık Radiohead ile yapamadığım diğer boyutta müzik dinleme işini bu kez hakkını vererek yapmış olmanın mutluluğu ile albümün sonlanmasını istemiyor insan ama nafile...

Albümün finalinde hazır 18 Mart yaklaşmışken Çanakkale'de olup bitenlere göndermeler yaptığı şarkısı "The Colour Of The Earth" ile savaş sonrası geriye kahverengi kırmızı topraktan başka bir şey kalmadığından bahsediyor PJ ve albümü bu sözlerle bitiriyor.Biz de burada bitirelim madem.

Read more...

1 Mart 2011 Salı

Akademi'nin Kürt Sorunu

Şehir Üniversitesi öğretim üyesi sosyolog Prof. Dr. Mesut Yeğen'in, ODTÜ'de kendisine profesörlük kadrosu verilmeyişinin hikayesini kamuoyuna aktarması üzerine başlayan tartışma, Kürt sorunu'nun halen Akademi'nin 'kara deliklerinden' birini oluşturduğunu yüzümüze vurdu

Şehir Üniversitesi öğretim üyesi sosyolog Prof. Dr. Mesut Yeğen, ilki Radikal İki'de ikincisi ise Taraf'ta "Nasıl Profesör Olunur?"başlıklı birbirinin devamı iki makale yayımladı. Eski ODTÜ öğretim üyesi Yeğen makalelerinde, ODTÜ'de kendisine profesörlük kadrosu verilmeyişinin hikayesini anlatıyordu.

Akademisyenlere üniversitelerde Kürt meselesi üzerine yazmanın halen sorun olup olmadığını, bu çalışmaların kadro alımına nasıl bir etkisi olduğunu sorduk:

'OTO SANSÜR UYGULANIYOR, ÖNYARGI VE DIŞLAMA ÇOK YAYGIN'

İsmail Beşikçi (Sosyolog): "Üniversite resmi ideolojinin gereklerine göre tavır ve davranış sergilemektedir. Günümüzde artık mücadelenin getirdiği fiili kazanımlardan dolayı Kürt meselesinin inkarı yapılamıyor. Ama Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan hakları konusunda çalışmalar yapanlar şu veya bu gerekçelerle engelleniyor. Özgür eleştiri kurumlaşmadan bilim ortamının oluşması olanaklı değil. Bütün bunlar, Kürt sorununa bilimin kavramlarıyla yaklaşmayı, resmi ideolojinin eleştirilmesini, bu eleştirinin devamlı kılınmasını gerektirir."

Doç. Dr. Ertan Efegil (Sakarya Üniversitesi): "Bir doktora öğrencim Kürt meselesi üzerine yazmak istiyor, ben bunda bir mahsur görmedim. Bunlar tartışılan konular artık. Tezin yazılması gerektiğini savundum. Tutucu olmanın bir anlamı yok artık. Bilimsel olarak teorik yaklaşımları dikkate aldığınız sürece bu konuları tartışmak gayet normaldir. Akademisyenler otosansür uyguluyor olabilir ama artık daha cesur davranıyorlar. Kürt sorunu çalıştığı için hışma uğrayan biriyle karşılaşmadım. Resmi tezleri eleştiren makaleler yazan bir arkadaşım bu çalışmalardan derlediği tezle daha yeni doçentlik aldı."

Dr. Cengiz Aktar (Bahçeşehir Üniversitesi): "Milli tasavvurun dışına düşen bütün uzmanlıklar akademide eser miktarda bulunurken akademik kadronun gerekçesini makul bulmak mümkün değil. Yeterince işlenmeyen tüm bu uzmanlıkların bir nevi pozitif ayrımcılığa tabi tutulması beklenir. Bu sadece bir akademik hassasiyet değil, ülkenin istikrarı için olmazsa olmaz bir siyasi gerekliliktir. Kadro alımında Kürt kimliği öne çıkan adaylar işe kolayca alınmazlar ama Kürt olup Kürtlüğünü görmezden gelenler daha kolay hareket eder."

Prof. Dr. İhsan Dağı (ODTÜ): "Mesut Yeğen, ODTÜ'de profesör olan birçok kişiden daha fazla ve daha nitelikli eserleri olan bir akademisyen. ODTÜ'de profesör yapılmaması için hiçbir neden yoktu, Kürt meselesi üzerine yazdıklarından ve konuştuklarından başka. Yeğen üzerinden akademiya 'disiplinize' edilmeye, üniversitelerde 'milli güvenlik' düzeni kurulmaya çalışıldı. Bu mesele rektörlerin komutanların odalarından çıkmadıkları dönemden kalan bir meseledir. Şimdi bu sorunlar büyük ölçüde aşıldı. Üniversiteler çok daha özgür. Kürt meselesi serbestçe konuşuluyor, araştırılıyor."

Prof. Dr. Büşra Ersanlı (Marmara Üniversitesi): "Kürt sorununun herhangi bir alanı üzerine yapılan çalışmalara karşı geniş bir önyargı hakim. Marmara'da da 2007 yılında anadil hakkı üzerine yazılan çok başarılı bir tez 'anayasanın başlangıç ilkelerine aykırı' olduğu gerekçesiyle üniversitenin Avrupa Birliği Enstitü Müdürlüğü tarafından reddedilmişti. Bugün yine böyle mi olurdu bilmiyorum ama önyargı ve dışlama çok yaygın."

MESUT YEĞEN'İN YAZISINDAN...
"Profesör olamayacağıma hükmeden jüri mensuplarının gerekçeleri özetle şöyle. Ayşe Ayata raporunda iki esas gerekçe öne sürülüyor. İlk gerekçeye göre, yayınlarım daha çok Kürt sorunu hakkında yazdığım doktora tezimden üretilmiş olup bazı yayınlar birkaç yerde birden aynen yayımlamıştır. İlkiyle bağlı ikinci gerekçeye göre de, yaptığım yayınlar Kürt meselesi üzerine yoğunlaşmış olup yeterince çeşitlenmiş değildir.

Feride Acar raporunun gerekçeleri de benzer. Acar da yayınlarımın birbirinin tekrarı olduğunu ve Kürt meselesi haricinde pek çalışma yapmadığımı iddia ediyor, ancak ekliyor: Kürt meselesi haricinde yapmış olduğum az sayıda yayın da hakemli olmayan dergilerde, derlemelerde ve bildirilerde yer almıştır.

Etnik kimliğimi, doğum yerimi değerlendirme konusu yapan Mustafa Erkal raporu ise zatıma ilişkin veciz sıfatlarla dolup taşıyor. Bu veciz sıfatlardan birkaç güzide örnek vereyim: 'Etnik asabiyet gösteren', 'ilkel etniklik yapan', 'devlete sadakatsiz', 'anti-Türk ve anti-devlet yaklaşım gösteren' vb."

MESUT YEĞEN KİMDİR?
1964’te Siverek’te doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans, Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden doktora derecesini aldı. Halen Şehir Üniversitesi'nde profesör olarak akademik hayatına devam ediyor. Yeğen'in İletişim Yayınlarından çıkan "Devlet Söyleminde Kürt Sorunu", "Müstakbel Türk'ten Sözde Vatandaşa Cumhuriyet ve Kürtler", "Son Kürt İsyanı" adında üç kitabı bulunuyor.

AKADEMİ'NİN KÜRT SORUNU...
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Ulusal Tez Merkezi'nin taramasında "Kürt" kelimesini aratınca çıkan 84 sonuç arasında Kürtlerle ya da Kürt sorunuyla ilgili İngilizce/Türkçe yazılmış toplam 60 yüksek lisans/doktora tezi yer alıyor. Bunların sadece sekiz tanesi doktora tezi. Aynı taramada "Arap" kelimesi 368, "Osmanlı" ise 1746 sonuç veriyor. "Kürt sorunu" taramasından ise 11 sonuç çıkıyor.

Mesut Yeğen'in "Nasıl Profesör Olunur" başlıklı makaleleri:


Kaynak: Turnusol 
Not:Haber ve yazılar için Engin'e teşekkürler.

Read more...

27 Şubat 2011 Pazar

Hatırlatma

Adamın biri birgün çıkıp 'Dersim de analar ağlamadı mı?' diyerek bir gaf işleyince 70 sene sonra herkes ilk kez bir şeyler hatırlama gereği duyacaktı. Gafın hemen arkasından başbakan  'Dersim de olanları savunanları ben insanlık noktasında nasibini almamış olarak değerlendiriyorum' diyecekti. Her zamanki gibi doğru sözü yanlış kişinin ağzından duyacaktık. Bunun üzerine Dersimli şimdiki muhalefet lideri Dersim'de bu gafı işleyen gereğini yapsın diyecekti. Ancak Ankara'ya dönünce onunda sesi soluğu kesilecekti. Bunların çok sonrasında aynı insan yine memleketinde hemşerileriyle buluşarak saatlerce yeni açılan dev Seyid Rıza heykelinin tam karşısında konuşacaktı. Ancak ne heykel ne de konu ile ilgili tek kelime bile etmeyerek 3 Maymunu oynamaya devam edecekti.

Böylece gafın hemen ardından koparılan gürültü, tartışma, iğnelemeler Türkiye'de çok uzunca bir süre daha tartışılacak yeni bir konuyu başlatmış olacaktı. Bunların üstüne bir de Dersimli aydınların yürüttükleri Dersim 1937-1938 Sözlü Tarih Projesi , çekilen belgeseller*  ve yazılan kitaplar, dergiler eklenince iş iyice dallanıp budaklanacak ve bir kez daha unutulamayacak şekilde Türkiye gündemindeki yerini alacaktı.

Şimdilerde 'Ergenekon'a üye olmak istiyorsan Dersim'e git' ya da 'Başbakan Dersimle ilgili arşivleri açıklasın' şeklinde sinir bozucu bir tartışma halini alan meselenin sessiz kalan boyutunda da yeni gelişmeler olmuyor değil. 24 Kasım 2010'da Berlin Eyalet Parlementosu'nda sonuçlanan Dersim Katliam Konferansı sonucu katliamın bir soykırım olarak tanınması amacıyla Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ne  başvurulmasına karar verilmişti. İşte bu amaçla imza toplanmaya başlanmış ve internet üzerinden de destek vermek amacıyla dersimkatliami.com sitesi açılmıştı.Toplanacak imzalar sonrası kültürel soykırım kapsamında yapılacak başvuruyla kısaca 'Türkiye'nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması' talep edilecek.

UCM'ye yapılacak başvuru sonrasında en çok merak edilen konulardan birisi de Türkiye'nin bu mahkemede yargılanıp yargılanamayacağı. Mahkemeyi tanıyan Türkiye'nin taraf olmayışı yargılanmasını ortadan kaldırıyor. Ancak TCK'da insanlığa karşı işlenen suçlar için yargı yolunun açık olduğuna dair maddelerin Roma Statüsü'ne atıfta bulunuyor oluşu hukukçuların bu konuda umutlu olmasını sağlıyor.

Dava süresince başbakanın mecliste ve sonrasında söylediği sözler kanıt olarak gösterilecek. Yine geçtiğimiz günlerde Dersim'de ortaya çıkarılan ve bu döneme ait olduğu söylenen 230 kişiye ait toplu mezar, devlet arşivlerinden dışarıya sızan, varsa arşivlerin kalan kısmı ve tabi ki halen sağ olan olayın birinci derece tanıkları dava süresince tanık ve kanıt olarak rol alacak.

Yıllarca tanıklardan vahşeti dinledikten sonra bugün geçte olsa olayın uluslararası mahkemelere kadar taşınması Türkiye'nin geçmişi ile yüzleşmesi açısından da önem gösteriyor. Devlet tarafından yapılan bunca resmi açıklamadan sonra bugün hala Türk Devleti kalkıp dava sürecinde Ermeniler de olduğu gibi bir tavır takınırsa buna da şaşırmamak gerekiyor...


Yapılan vahşete gelince... Uzun uzun anlatmak yerine 38' de ailesiyle birlikte sürgüne gönderilen, olayın mağdurlarından Cemal Süreyya'nın dizeleri katliamı en kısa yoldan anlatıyor bizlere :


"Bizi kamyona doldurdular.
Tüfekli iki erin nezaretinde.
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
Tarih öncesi köpekler havlıyordu."

Read more...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Amed

"Açılan kapıyla birlikte kendini dışarıya ilk atanlardan biri bendim. Kapıdan çıkışımla yüzüme vuran sıcak hava beni uçağın pervanelerini aramaya yöneltmişti. Uçağın merdivenlerinden bir an önce aşağıya ineyimde bu sıcak hava akımından bir an önce kurtulayım düşüncesiyle hızlıca iniverdim merdivenlerden. Uçaktan bayağı uzaklaşmama rağmen sıcak hava yüzüme vurmaya devam edince sıcaktan ağlar gibi oldum bir an ufak bir duraksamadan sonra kendimi kurtarmak için üzerinde Diyarbakır Havaalanı yazan yapının içine attım..."

Sıcak hava ve burnunuzda kuruyup kocaman bir kütle şeklini alan sümükler bir yana bütün yollar Romaya çıkar hesabı Güneydoğuda'da nereye giderseniz gidin bütün yollar Diyarbakır'a çıkar. Zaten şehir içinde türkülere konu olan, önceleri surların içinden şehrin dışarıya açılan kapıları Mardin Kapı ve Urfa Kapısı da bunu kanıtlar nitelikte. Hemen her şehirde olduğu gibi burası içinde eski ve yeni Diyarbakır isimlerini kullanmak pekte kulak tırmalamasa gerek. Üstelik bu ayrım kent merkezini çevreleyen surlarla birlikte daha belirgin bir hal almış durumda. 2000'ler sonrası neredeyse ikiye katlanan kent merkezi nüfusu surlar dışında kalan Yeni Diyarbakır'ı birer apartman mezarlığına dönüştürmüş desek pekte yeridir. Yanlışlıkla yolunuzu kaybedip de bu mezarlığın içine düşerseniz mezarlığın içindeki işssizler ordusunu çok net görebileceğiniz kentlerden birisi Amed.

Şehrin her neresinde iseniz sıcağa aldırmadan "Haydê! Xestexane, Koşu Yoli, Ofis, Dağkapi!" diye bağıran dolmuş ya da otobüslerden birine binip şehir merkezine ulaşmak mümkün. Kültürel merkezdeki Gazi Caddesi denilen yerde şehrin tarihi yapıları bol miktarda görülebilmekte. Gerek bu cadde üzerinde yürürkeken, gerekse caddeden sağa sola sapıp daracık sokaklar arasında yürürken şehir sanki halen birkaç yüzyıl öncesinde yaşıyormuş gibi görünüyor. Başlangıçta bir yabancı için biraz ürkütücü gibi gözükse de biraz dolaştıktan sonra bu korku yerini gayet keyifli keşfetme arzusuna bırakıyor. Dolaşırken buralarda halen mevcut olan kasetçilerden duyulan hareketli, zaman zaman insanı çılgına çeviren Kürtçe melodiler eşliğinde tarihi hanları, surları, camileri, Süryani kiliselerini gezebilmenizin yanı sıra; sağda solda hayatınızda daha önce göremeyeceğiniz bugün görseniz bile ne satıldığını anlamayacağınız dükkanlar, çarşılar, zanaatkarlar pek çok tarihi yapıdan daha ilgi çekici olabilir.

Kenti gezmenin en keyifli yanlardan biri de gezerken sağda solda konuşulanlara kulak kabartmak. Ancak siz de benim gibi Amed'de konuşulan Kürtçe'den bir şey anlamıyorsanız işiniz biraz daha zor demektir. Bölge insanı genelde kendi arasında doğal olarak Kürtçe konuşuyor. Hatta devlet dairelerinde ve bankalarda ve hastanelerde Kürtçe konuşan memurlar ya da işlerin Kürtçe yürüdüğünü bile görebilmek mümkün. Ancak bu sizi çok ürkütmesin sizin yabancı olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya başlıyorlar. Fakat benim gibi Kürt olduğunuzu anlayıp size Kürtçe sorular sormaya başladıklarında çeşitli iletişim zorlukları yaşamıyor değilsiniz. Lokantada yemek yerken, bir çay bahçesinde çay içerken ya da otobüs beklerken bu kulak kabartmak işi daha kolay oluyor. Şehrin politize edilmiş halinden kaynaklı pek çok konuşma bu eksende dönüyor. "Sene bilemedin '78 bilmedin '79... Sağ-sol zamani...diye başlayan kentte yıllar boyu yaşanan ve kendilerinin tanık oldukları olayları, acıları, dramları büyük bir gururla anlatmak çoğu Kürtte olduğu gibi büyük bir zevk onlar için.  Geçen senenin en konuşulanlarından biri de benim ilk seferimde sıcak havadan dolayı havaalanında pek farkedemediğim ancak daha sonra buranın aslında askeri havaalanı olduğunu öğrendiğim Diyarbakır Havaalanından hergün Kuzey Irak'ı bombalaya gidiyoruz diye havalanan jetlerin akşamları kentin etrafını saatlerce turlamasının aslında halk üzerinde psikolojik baskı oluşturmaya yönelik olduğuna dair konuşmalardı...

Kulak kabartmanın dışında kente gelmişken şehir insanı tarafından kahvaltı yerine bile tercih edilen meşhur Diyarbakır ciğerini tatmadan ayrılmayın. Yok tıka basa yemek istiyorum diyorsanız Mardin Yolu üzerinde şehrin meşhur lokantalarından birinde bu isteğinizi çokta ucuza gerçekleştirebilirsiniz. Paranız yoksa da fırınlardan birine girip batılıların pide dediği sıcak açık ekmeklerden bir tane alıp yiyin. Tarihi yerlerin dışında şehrin işlerinin yürüdüğü, çarşısı diyebileceğimiz Ofis denilen yer şöyle bir turlanabilecek yerlerden. Vakit bulursanız şehrin içine sıkışmış dillere destan Diyarbakır Cezaevine'de bir göz gezdirin.



Read more...

20 Ocak 2011 Perşembe

Hamash Delam Migire




bir gün ışığa gittim,
ışık havada dağıldı gitti
bir gün hangara gittim,
hangar yıkıldı ve s..ildi
bir gün hiçe gittim,
bayılıp, karnını tuttu ve gitti
bir gün sadakata gittim,
vay vay vavay nereye gitti,
hep canım sıkılıyor, hep tenim esirdir.
hançerledim, iyileşmedi,
can çekiştim (kanat çırptım) olmadı,
hint kadehi bizim, sarhoş raconu bizim,
ayrı düşme acısı bizim, aşk ve meşk bizim,
sır ifşa etmek bizim, serserilik yapmak bizim,
bakire olan hamile bizim, yaşayan şehit bizim,
cep telefonu olan molla bizim,
bilgisayar dosyası olan devrim muhafızları bizim,
hüseynin yolu bizim, humeyni havalimanı bizim,
sufi rehberi bizim, kufi alfabesi bizim,
bakire olan hamile bizim, yaşayan şehit bizim
delikli asfalt bizim, ah sesinin lezzeti bizim,
bakire olan hamile bizim, yaşayan şehit bizim,
onlar bizi aşağı vurdu,
bang bang,
biz yere düştük, 
bang bang,
o korkunç ses


Kaynak : Şeytan Uçurtması(Sözler) ve Engin(Şarkı)

Read more...