28 Aralık 2010 Salı

Limonata Gibi Kan

Bir albümün çıkışının üzerinden uzun süre geçtikten sonra yeni çıkmış bir albüm hakkında konuşuyor edasıyla konuşmak pek adetten değildir ama hali hazırda 2010'un son demlerini yaşadığımız bu günlerde yılın kayda değer tek albümü diye iddialı bir şekilde bahsedebiliriz son Morcheeba albümünden.

İngiliz grubun 7 Temmuz'da çıkan albümü Blood Like Lemonade'den duyulan ilk melodiler Mayıs ayının sonlarında gelmişti. İlk single "Even Though" solist Skye Edwards'ın su altında sahne kıyafetleriyle yaptığı akrobatik hareketlerle süslü videosunu bu yılın insanı en az yoran şarkısı olarak seçsek, bu çokta tuhaf bir seçim olmaz herhalde . Robert Foster'in oynadığı ikinci single Blood Like Lemonde şarkısınıda yılın video klibi ve şarkısı olarak eklemek istiyorum. 


Aslında albümü bir önceki albüm "Dive Deep" de duyamadığımız Skye'in alıştığımız sakinleştirici sesinin etkisinin iyiden iyiye arttığı bir albüm olarak tanımlamak mümkün. Güzel de bir benzetme yapılmış bunun için:


 "i am the spring" parçası çalarken gözünüzü kapattığınızda, skye saçlarınızı okşuyor sanki..."


Crimson, Receipe for Disaster, Easier Said Than Done albümden benim kulaklarımdaki pası alan diğer şarkılar. Albümü dinlemeye başlamadan önce  ufak bir de tavsiyede bulunayım madem. Gün içerisinde yapacak bir şey bulamayıp tükendiğiniz anda açıp albümü baştan sona dinlemeyi deneyiniz.

Read more...

21 Aralık 2010 Salı

Ağlayanlara Dair


Aslında buraya 3-5 satır Kürtlerin sürekli ağlayıp, dert yanmalarının bugün Kürt sorununun çözümünün önünde en büyük engellerden birini oluşturduğuna dikkat çekmek isteyen bir yazı yazmak istemiştim. Ancak konuya dair örnekler ararken çok geçmemişti ki İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch - HRW) Ekim 2002'de açıkladığı, "Göç Ettirilmiş Ve Yüzüsütü Bırakılmış- Türkiye'nin başarısız köye dönüş programı" adlı raporunun kısa bir özetiyle karşılaştım. Bu rapor bir bakıma Kürtlerin bu ağlayıp-sızlamalarının neden hala sona ermediğinin ya da erdirilemediğinin sorusunda da cevap niteliğinde. Okudukça üzerinden yıllar geçse de benzer olaylara az çok tanıklık eden birisi olarak çocukluğumun o karanlık yılları tekrar hatırlatan bu yazının tamamını eksiksiz yayınlayarak bilerek ve isteyerek dikkat çekmek istiyorum:


Raporun "Göç ettirilmiş ve yüzüstü bırakılmış" bölümünde yaşanmış örnek olaylar aktarılıyor. 

" Bütün köylerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz " 

"Biz Siirt Pervari G köyü halkındanız. Köyümüze yakın bir yerde PKK'lılar ve askerler çatıştılar. Bu olaydan sonra Pervari Köyü'nde görevli binbaşının emri üzerine askerler maddi varlıklarımız tutuşturmaya başladılar. Köylü kadınlar onlara müdahale ettiler. Askerler onları fırlatıp attılar. Yakılan varlıklarımız: Beş binin üzerinde kavak ağacı, dört tondan fazla buğday, köyün etrafındaki bütün ormanlık alan, köylülerin otlarıyla birlikte yirmiden fazla ahır.Şimdi köy boşalmış durumda, bütün evlerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz... Köyün dışına çık(arıl)dığımız an hayvanlarımiz askerler tarafından taranıyordu. Bitişikteki M köyünün arılarını dahi kovanlarıyla birlikte yaktılar... Önümüze iki seçenek koymuşlardı.Ya korucu olup ölecektik, ya terk ve açlık... Biz nerelerde nasıl barınacağız? ... Çocuklarımızı neyle doyuracağız? Bizlere gereken yardımının yapılmasını ve durumumuzun göz önüne alınmasını saygılarımızla arz ederiz."

Mehmet M'nin 12 Şubat 1991 tarihli dilekçesinden.

Dilekçe, Siirt Valiliği'ne, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'ne (OHAL), Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu'na, Başbakanlık Makamına, Cumhurbaşkanlığı makamına, basına, İnsan Hakları Derneği'ne (İHD), İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne, Uluslararası Af Örgütü'ne ve siyasi parti başkanlarına iletilmiştir.

"Köye dönmezsek mallarımız talan edilir" 

"Bizler Eruh ilçesine bağlı L köyü halkındanız. Köyümüz yirmi iki haneden ibaret olup, gelir düzeyi yüksek olan bir yerleşim birimidir.Ancak köyden çıkarılmamız nedeniyle sıkıntı vaziyetine düşmüş, aç, çıplak evsiz perişan bir durumdayız. Bilemiyoruz bizim bu durumumuz kimleri memnun edebilir? Bizim uzmanlık alanımız tarım ve bağcılık, bilmediğimiz görmediğimiz yerleşim birimlerinde ne iş yapabiliriz? Ucuz işçilik ve sefillikle yüz yüzeyiz.

Köylerin boşalması ve şehir merkezlerinin dolması sonucu zaten iş de bulamıyoruz. Köyümüzdeki mal varlığımıza sahip çıkmak ve yaşantımızı eskisi gibi sürdürmek için yaptığımız bütün başvurular bir sonuç doğurmadı. Defalarca üst birimlere başvurduk. Başbakanlık Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı'nının dilekçe[miz]e verdiği cevapta Siirt valiliğine durumu iletildiği belirtilmekte. Valiliğin tarafımıza bilgi vereceği yazılmış. Buna rağmen bugüne kadar tarafımıza bir şey iletilmedi.

Köyümüze dönmediğimiz takdirde mal varlıklarımız başkaları tarafından talan edilecek. Ya tekrar köye dönmemiz için gereken izin verilmeli yada uğradığımız maddi zarar karşılanmalı.

H köyünün karakolunda görevli askeri birimler bize, 'Köye dönemezsiniz. Dönmek için belge getirin. Belge getirmediğiniz takdirde, bize emir gelmiş sizleri öldüreceğiz. Nereye giderseniz gidin. Bizleri ilgilendirmez' dedi."

Abdulkadir A'nin tarihsiz dilekçesinden.

Dilekçe Savcılık Makamına, yöre milletvekillerine, elçiliklere, Başbakanlık Makamına, Cumhurbaşkanlığı Makamına, yerli ve yabancı basına, İnsan Hakları Derneği'ne, Helsinki İzleme Komitesi'ne, Uluslararası Af Örgütü'ne ve siyasi parti başkanlarına iletilmiştir.

Bir avukatın dilekçeleri... 

1990 yılında Siirt'teki bir avukat bir faks makinesi satın aldı ve savcılık makamlarına, Türk hükümeti yetkililerine ve Helsinki İzleme Komitesi (şimdiki İnsan Hakları İzleme Komitesi) dahil dış dünyaya düzinelerce dilekçe göndermeye başladı.

Dilekçeler, evleri yakılıp yerlerinden edilen kişilerin durumuyla ilgiliydi. Bu dilekçeler göç ettirme olayının hala belirgin olan özelliklerini yansıtan çok sayıda detaya değiniyordu:

Köylülerin kentlerde çektikleri sıkıntılar, yetkililerin şikayetlerine yanıt vermemeleri, köy topraklarının yağmalanması, ve geri dönüş özlemleri. On yıl sonra, Temmuz 2001'de, yukarıdaki iki dilekçeninsahipleri, hala yurtlarından kopartılmış ve yoksulluk içinde yaşar şekilde, İnsan Hakları Derneği Siirt şubesinde İnsan Hakları İzleme Komitesi'nin bir temsilcisiyle görüştü. Yetkililerin baskılarından duydukları korku nedeniyle, adlarının ve köylerinin hiç bir yayında açığa vurulmamasını istediler. Görüşme sırasında, polis dernek binasını gözetliyordu. Ayrıca, binaya girip dernek personelini sorguya çekti.

"20 korucu bul köyüne geri gel dediler" 

L köyunden Abdulkadir A. (1) köyüne dönmek için ilk dilekçesini verdikten sonra polis karakoluna çağrılmış ve polisçe azarlanmıştır.

"Korkuyordum, ama bir yıl boyunca yetkililere başvurmaya devam ettim. Tekrar tekrar valiye ve askerlere gittim. Bana, köy korucusu olarak silahlanacak yirmi kişi bulmadan dönemeyeceğimi söylediler."

Üç kez köye gidip yerleşmeye çalıştı, ama her seferinde köyden atıldı.

"Komşu köyden olan korucuların topraklarımızda gözü vardı. Hakkımızda sürekli şikayetler yapıyor, PKK (2) militanlarının bizi ziyaret ettiklerini belirtiyorlardı."(3)

En sonunda, 1995 yılında, askerler en geç yedi gün içinde köyü terk etmesini söylediler. Köy yakılacaktı. Siirt'e gitmek üzere ayrıldı ve köy tahrip edildi.

Kendisi halen biri özürlü olan sekiz çocuğuyla birlikte Siirt'te iki odalı bir evde yaşamaktadır. Özürlülük yardımı ve kent belediyesinin verdiği yakıt ve yiyecek yardımlarıyla geçinmektedir. Kent belediyesi halihazırda büyük ölçüde Kürt üyesi bulunan Halkın Demokrasi Partisi'nce (HADEP) yönetilmektedir.

Abdulkadir A İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne şunları anlattı:"Köyde tarlalarım vardı, ancak tarlaları korucular kullanıyor. Toprağımın tapusu var, ama mahkemede dava açmaya korkuyorum." Komşu köyden olan korucuların şikayeti üzerine, 1990'da tutuklanmış ve işkence görmüştür. Aynı deneyi bir daha yaşamak istemiyor. "Köy korucuları dava açmazsam toprağımın bir kısmını kullanmama izin vereceklerini söylediler."

Sözde sorunlarına çözüm getirecek hükümet programı olan Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi'nden haberi yok. Köyünden iki kişi dönüşle ilgili bilgi almak için kaymakama başvurmuş, ama kaymakam onlara "emir gelinceye kadar dönemeyeceklerini" söylemiş. Kaymakam kendisine yazılı herhangi bir şey vermemiştir.

G köyünden Mehmet M (4) de resmi ve yasal kanalları kullanmaya çalışmış, ama başarısız kalmış. 1990 senesinde kendisi ve eşi, sekiz çocuktan en küçük olanlarını eşek sırtındaki torbalara koyup yanmakta olan köyü bırakır ve Şırnak'a doğru yola çıkarlar. Bir günlük yürüyüş. Köyünü yakan askerlerin araçlarının plakalarını not etmiş ve savcılığa şikayette bulunmuş. Herhangi bir yanıt alamamış. "Belki de savcı dava açmama kararı almış. Bilmiyoruz."(5)

Eşi yakın geçmişte vefat etti. Şimdi Van'da kullanıma uygun olamayan bir yerde kurduğu bir evde yaşıyor. Ailenin geri kalan kısmı, esas olarak İstanbul'da inşaat işlerinde çalışan en büyük oğlunun gönderdiği parayla yoksul bir yaşam sürüyor. "Doğru dürüst yemek yiyemiyoruz. Doktora gidemiyoruz."(6)

Köye dönmeyi olanaklı kılacak resmi izni dört gözle bekliyor.Bunun için tekrar tekrar dilekçe vermiş. İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne Nisan 2000'de İçişleri Bakanlığı'na yaptığı başvuruyu gösterdi. Başvuruya herhangi bir yanıt almamış.

1980-2000 arasında 500 kişi göz altında öldü 

"Bosna'da gördüğünüz zorunlu göç ile burada olan arasında büyük bir fark var. Bizim zorunlu göçümüzü kimse görmedi. Olayı etkin bir şekilde izleyecek kimse de yoktu. Basın ve televizyonun izleme izni yoktu. Bu yüzden kamuoyu baskısı gelişmedi."

Necdet İpekyüz, Diyarbakır Tabipler Birliği, 25 Haziran 2001.

Güvenlik güçleri PKK saldırılarına karşı mücadele etmek için 1980 ve 1990'larda köylüleri zorla göç ettirdi. 1978'de lideri Abdullah Öcalan tarafından Diyarbakır'da kurulan PKK, üyelerini ve lojistik desteğini yerel köylülerden sağladı. Kuruluşunun ilk yıllarında, PKK ana olarak rakip solcu ve Kürt örgütlerle çatıştı. 1984 Ağustos'unda, 1920'lerden beri kapalı bir askeri bölge olan ve esas olarak Kürtlerin yaşadığı bir bölge olan Güneydoğu'da bulunan Siirt'in Eruh ilçesinde bir jandarma karakoluna saldırı düzenledi.

PKK eylemlerini arttırırken jandarma (İçişleri Bakanlığı'nın emrinde polis görevi yapan askerler) köy baskınları ve kitlesel göz altılarla yanıt vermeye başladı. Gözaltılar standart olarak dayak, elektrik şoku, cinsel saldırı ve yiyecek-içecek vermeme dahil işkence anlamına geliyordu. 1980-2000 arasında gözaltında ölen beş yüz kişinin çoğu jandarma veya polis karakollarında gözaltında bulunan köylülerdi. Güvenlik güçlerinin baskıcı yöntemleri daha çok gencin PKK'ya katılmasıyla sonuçlandı. Birkaç yıl içinde önemli bir güç haline geldi ve 1984-1999 arasında 30 binden fazla üye topladı.

Türk güvenlik güçleri izlemekte oldukları silahlı militanları sözde korumakla yükümlü oldukları sivil halktan ayırmadı. Bu insanların bir kısmının isteyerek veya istemeyerek militanları desteklediğini ve onları sakladığını biliyordu. Hükümet, dünyanın başka yerlerinde benzeri muhaliflerle karşı karşıya gelen diğer hükümetlerin başvurduğu yola başvurdu:

Halkın militanlara karşı silahlanmasını ve böylece devlete sadakatini göstermesini istedi. 1987'den sonra, kırsal kesimdeki halkın "geçici köy korucuları" oluşturmak için yeterli sayıda insan vermesi gerekiyordu. Bu güç yerel jandarma karakollarınca silahlanacak, ödenecek ve denetlenecekti. Halkın köy koruculuğu sistemine katılmayı reddetme olanağı vardı, ama böylesi bir tutumdan sonra güvenlik güçleri onları PKK sempatizanı olarak görmeye başlayacaktı.

Sisteme katılmayı kararlaştıran köyler, komşu köylerin katılmamasına kızıyorlardı çünkü bu durum onları PKK saldırılarına karşı açık bırakıyordu. Köy korucuları iyi silahlanmıştı, ancak resmi bir emir-komuta zincirleri ve kendilerini tanıtacak resmi üniformaları yoktu. Aşiret bağlarının güçlü olduğu bölgelerde, aşiret liderleri korucuları kendi üstünlüklerini sağlamlaştıracak özel bir ordu olarak kullandı.

Buna yanıt olarak PKK köy koruculuğu sistemine katılan Kürtleri hain ilan etti. Yakaladığı köy korucularını "idam" etti. PKK ayrıca köy korucularının çatışmada taraf olmayan aile üyelerini - kadın ve çocuklar dahil - katletti. Bu tür eylemlerden sonra PKK dağlara çekilip ortadan kaybolunca, devletin karşıt operasyonları genellikle korucu olmayan köylülerin yaşadığı köyleri basmak ve sakinlerini toplamak biçimini alıyordu. Amaç, PKK'nın hareketleri hakkında bilgi toplamaktı. Ama kimi zaman hükümet güçleri PKK saldırılarına ve eylemlerine karşı misilleme şeklinde katliamlar da düzenledi. 

Korucu ya da militan 

Köylüler korkutucu bir ikilemle karşı karşıyaydı. Köy korucusu olup PKK saldırıları ya da koruculuğu ret edip devlet baskısı tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirlerdi. Birçok kişi varını yoğunu toplayıp şehre yöneldi. Köylerde kalanlar yaşamın her geçen ay daha tehlikeli olmaya başladığına tanık oldu. Köylüler şehrilerden az miktarda yiyecek getirsin diye, jandarma yiyecek ambargoları koydu. Yol boyunca kurulan kontrol noktalarında el konulması nedeniyle, köye ulaşan yiyecek miktarları azalıyordu. Sürülerini bir yerden ötekine götüren çobanların PKK'ya bilgi ve yiyecek sağlamasını önlemek için, "otlatma yasakları" kondu. Jandarma uzak ve yüksek yerlerde yakaladıkları çobanları sorguya çekti, zaman zaman da sorgusuz bir şekilde infaz etti.

1991'deki seçimle başa geçen Doğru Yol Partisi (DYP) hükümeti Başbakan Süleyman Demirel'in başbakanlığında güneydoğudaki gerilimi yapıcı yöntemlerle çözme doğrultusunda bazı adımlar attı."Kürt gerçeğini" kabul edeceklerini belirtti. O yılın sonlarına doğru, Lice'de ve Kulp'ta yer alan iki sivil gösterideki katliamlar ve PKK'nın aynı derecede kanlı saldırıları makul bir politikaya doğru atılan adımlara son verdi.

Demirel'in halefi ve Türkiye'nin ilk kadın başbakanı olan Tansu Çiller politika alanına yeni adım atıyordu. Politikadaki deneyim eksikliği ve bölünmeye açık partisini ve hükümetini ayakta tutma kaygısı nedeniyle, PKK'yla istedikleri gibi uğraşmaları için orduya ve polise tam bir serbestlik verir gibi göründü. Güvenlik güçleri, PKK militanlarını ve işbirlikçilerini kanıt toplama ve mahkemeye çıkarma derdiyle uğraşmadan elimine etmeye karar verdi. 1991-1994 arasında ' sokak katilleri' Kürt siyasi liderlerini, insan hakları eylemcilerini ve gazetecileri hedef alarak binden fazla insanı öldürdü.

Çıplak kanunsuzluğa başvurma jandarmanın kırsal alandaki yöntemlerine de yansıyordu. Mao Zedung'un deyimiyle, silahlı PKK üyeleri "halk denizinde yüzen balıklar" gibi silahlı gerilla taktikleri kullanıyordu. Güvenlik güçleri, "denizi kurutmak" şeklindeki anti-gerilla taktikleri kullanmaya başladı. Köy koruculuğu sistemine katılmayı reddeden köy ve yerleşim birimlerini basitçe tehdit edip korkutmak yerine, yola girmeyen yerleşim birimlerini sistemli bir şekilde imha etmeye başladılar.

" 1994'te 3 bin köy haritadan silindi" 

Helikopterler, zırhlı araçlar, askerler ve köy korucuları tek tek köyleri sardı. Depolanmış ürünleri, tarım aletlerini, ürünleri, meyve bahçelerini, ormanları ve hayvanları yaktılar. Çoğu zaman içerideki malları almaya izin vermeden evleri ateşe verdiler. Bu tür operasyonlar sırasında, güvenlik güçleri sık sık köylüleri suistimal ediyor, onları utandıracak davranışlarda bulunuyor, mal ve paralarını çalıyor ve onlara işkence ve kötü muamele ediyordu. Sonra onları evlerinden uzaktaki yollara sürüyorlardı. Bu dönemde çok sayıda "ortadan kaybolma" ve yargısız infaz meydana geldi. 1994 yılına kadar, 3.000'den fazla köy hemen hemen haritadan silindi ve çeyrek milyon köylü evsiz bırakıldı.Kaybolmaların büyük çoğunluğu olağanüstü hal bölgesinde yer alan on güneydoğu ilinde meydana geliyordu.(7)

Türk hükümeti köy boşaltma ve köyden atılma eylemlerini tümden inkar etti ve güvenlik güçlerinin suistimallerini gizlemek için yalan söyledi. Bir-iki siyasetçi, siyasi kariyerini tehlikeye atarak köy yıkımlarına karşı konuştu, ama Meclis yakma eylemlerini durduramadı. Ülke içinde göç ettirilen kişiler aralıksız dilekçe eylemleriyle siyasi ve adli çarkı harekete geçirmeye çalıştı, fakat tüm çabaları boşunaydı. 26 Ekim 1994'te Başbakan Tansu Çiller Tunceli'nin Ovacık bölgesindeki on köyün muhtarını kabul etmişti.Askerlerin köylerini yaktıklarını ve helikopterlerin operasyonu desteklediklerini söylediler. Ancak gönüllü körlük artık hükümet politikasıydı.

Çiller: Helikopter PKK ya da Afganları olabilir 

Başbakan onlara şunu söyledi: "Devletin köy yaktığını gözümle görsem bile inanmam. Her gördüğünüz helikopteri bizim sanmayın. PKK helikopteri olabilir. Hatta Rus, Afgan veya Ermeni helikopteri de olabilir."(8) Başka bir muhtar, Diyarbakır'ın Akçayurt koyü muhtarı Mehmet Gürkan 7 Temmuz 1994 tarihinde köyden atıldı. Yaptığı basın toplantısında, televizyon muhabirlerine köylerini PKK'nın yaktığını söylemek için jandarmanın kendisine işkence yaptığını söyledi. Gerçekte Akçayurt'u yakanların jandarma olduğunu belirtti. Bir ay sonra köye döndüğünde, bir görgü tanığı askerlerce tutuklandığını ve bir helikopterle götürüldüğünü gördü. Muhtar ondan sonra tekrar görülmedi.(9)

Güvenlik güçleri uzak ve haberleşmenin yetersiz olduğu bölgelerdeki köyleri yakıyordu. Bu nedenle, birçok suistimal haber olamıyordu. Yerel toplum liderlerinin ulusal ve uluslararası örgütlere başvurma deneyimi yoktu. Ancak, az sayıda avukat, göç ettirilmiş, okuma yazma bilmeyen ve dilekçelerine parmak basmak zorunda olan köylülerin şikayetlerini kaydederek bu şikayetleri Birleşmiş Milletler'e (BM'ye), Avrupa Birliği'ne (AB'ye), ve Avrupa Konseyi'ne faksla iletiyordu. Hükümet dışı Türk ve yabancı örgütler neler olup bittiğinin farkındaydı, ancak aynı zamanda yargısız infaz, 'ortadan kaybolma' ve göz altında ölüm olaylarıyla başa çıkmaya çalışıyordu. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Komitesi yapılan yıkımları bildirdiler ve diğer hükumetler nezdinde girişimlerde bulundular.(10) Ancak uluslararası camiadan eleştirel sesler yükselmedi. Bunun bir nedeni, söz konusu suistimallerin PKK saldırıları ve PKK üyelerinin işledikleri suistimallerden oluşan bir arka planı olmasıydı.

" Hakim ve savcılar gerçeği sakladı " 

Türk hakim ve savcılar, yaşanan gerçekliğin saklanmasında üzerlerine düşen görevi yerine getirdiler. Köy yakma kampanyasını haber yapan gazetelere karşı dava furyası açtı. 1994 Nisan'ında Türkiye'deki İnsan Hakları Derneği (İHD) zorunlu göç ettirmeyle ilgili kapsamlı bir inceleme yayınladı. Yakılan Köylerden Bir Kesit başlığını taşıyan çalışmaya el konuldu ve İHD Başkanı Akın Birdal Ankara Terörle Mücadele Yasası uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde "bölücü propaganda" yapma iddiasıyla yargılandı.

Millet Meclisi, göç ettirilen köylülerden akın halinde gelen dilekçelere yanıt vermede yavaş davrandı. Milletvekillerinin olayı ele almalarını engelleyen etmenlerden birisi basındı. Diğeri ise, sertlik yanlısı milletvekillerinin güvenlik güçlerine yönelik her türlü sorgulamayı ihanete varan PKK propagandası olarak damgalamaya hazır olmasıydı. Nisan 1995'te Faili Meçhul Cinayetlerle ilgili Meclis Komisyonu köy koruculuğu sistemini "toplumsal çelişkiye yapılan bir yatırım" olarak nitelemiş ve köy korucularının öldürme ve haraç dahil yasadışı eylemlerde bulunduğunu doğrulamıştır. Buna karşın, Komisyonun bulguları göz ardı edilmiş ve koruculuk sistemi aynen devam etmiştir. 3 Haziran 1997'de kurulan İç Göç Komisyonu'na kadar, Meclis ülke içinde zorla göç ettirilme olayını doğru dürüst bir şekilde ele almadı.

Komisyon önceleri göçün kentler üzerindeki etkisini ele almak için kurulmuştu. Yetkisinin Güneydoğu'daki suistimalleri de kapsamak üzere genişletilmesi ancak zorlu bir uğraş sonucu mümkün oldu. 14 Ocak 1998 tarihinde, Komisyon Meclis'e 170 sayfalık bir rapor sundu. Ulusal hassasiyetleri rencide etmemek için, rapor diplomatik bir üslupla yazılmış ve dikkatle dengelenmişti.Buna karşın, karabasanı açık bir şekilde kayda geçirmiş oldu. Belki de en önemli katkısı, OHAL Valisi'nden köy yıkımlarıyla ilgili resmi bir rakam koparmayı başarmasıydı. Buna göre, 820 köy ve 2.345 küçük yerleşim biriminden toplam olarak 378.335 kişi göç ettirilmiştir. (11) Raporun önerileri büyük ölçüde ihmal edilmiştir.

Dipnotlar 



1- Güvenlik nedeniyle, görüşülen şahsın adı gizli tutulmuştur.

2- Kürdistan İşçi Partisi, yasadışı silahlı bir örgüt.

3- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

4- Güvenliği nedeniyle, görüşülen şahsın adı gizli tutulmuştur.

5- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

6- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

7- 1978'de on üç Güneydoğu ilinde sıkıyönetim ilan edildi. Ertesi yıl sıkıyönetim on dokuz ile genişletildi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, sıkıyönetim altmış-yedi ilin tümüne genişletildi. Sıkıyönetim 1987 yılına kadar kademeli olarak kaldırıldı. En son güneydoğu bölgesinde kaldırılan sıkıyönetimin yerine OHAL ilan edildi. 1990 yılında on Güneydoğu ili olağanüstü hal altındaydı. 1990'ların sonuna doğru çatışmanın seyri yavaşlayınca, olağanüstü hal kademeli olarak kaldırılmaya başlandı.

Halihazırda iki il (Şırnak ve Diyarbakır) olağanüstü hal altındadır, ancak bunun süresinin Kasım 2002'de sona ermesi üzerine yeniden uzatılması beklenmiyor. Olağanüstü hal valisinin çok geniş yetkileri var. Bunlara ifade özgürlüğünün kısıtlanması, memurların ve halkın yerlerinden edilmesi, ve mülke el konması dahildir. Olağanüstü hal altındaki bölgelerde gözaltı süresi daha uzundur. Olağanüstü hal valisinin emrindeki güçlerin büyük ölçüde yargı muafiyeti vardır.

8-Cumhuriyet, 28 Ekim 1994.

9- Bkz. Policy of Denial (İnkar Politikası) başlıklı Uluslararası Af Örgütü Raporu, Şubat 1995, AI Index: EUR 44/24/95, s 3.

10- Örneğin, bkz: Forced displacement of ethnic Kurds from Southeastern Turkey (Güneydoğu Türkiye'deki Kürtlerin zorla göç ettirilmesi), İnsan Hakları İzleme Komitesi, Ekim 1994.

11- "Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşlarımızın Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu" Raporu. 14 Ocak 1998 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuştur. (NK/BB)

Read more...

18 Kasım 2010 Perşembe

Halıkent



Sabahın 7'si. Ancak Dünya'nın bu en uzak yerine gitmek için bilet kalmadı diyor yazanede ki adam. Öyle gözüküyor ki Demici'ye son kez yine ayakta gideceğim. Otobüs hareket edecek ama edemiyor. Gelmeyen bir kadın yolcu var. Buna en çokta ben seviniyorum. Hayatımda ilk kez otobüste yabancı bir kadınla yan yana seyahat ediyorum.
Otobüs ağzına kadar öğrenci ve velilerle dolu. Yeni kayıt için Demirci'nin yolunu tutuyorlar tıpkı benim bir önceki sene yaptığım gibi. Kimsenin yüzü gülmüyor. Herkesin yüzünde bir endişe. Acaba Demirci gerçekten de o kadar da uzak mı endişesi bu.
Ahmetli'yi, Turgutlu'yu geçiyoruz. Salihlide'yiz. Kimse ne olduğunu anlamadan otobüs birden daracık bir yola sapıyor. Uzun düzlüklerin ardından yokuş tırmanmaya başlıyoruz. Barajı geçtikten sonra keskin virajlar önümüze çıkıyor. Arkalardan homurdanma sesleri geliyor. Yanımda oturan kız birden atılıyor:

Bence bu otobüsteki herkes kampüsün Manisa merkezde olduğunu zannederek tercih etti burayı.


Aynısını ben de yaptım deyip kafamı sallayıp gülümsüyorum. Bitmek bilmeyen virajlarla birlikte yolculardaki endişe yerini bıkkınlığa bırakmış durumda. Daha kötü ne olabilir ki gibisinden bir ifade var suratlarında şimdi.
180 km yolu 4,5 saatte bitirebiliyoruz. En sonunda 33 camili 30000 nüfuslu Halıkent görünmeye başlıyor. Şehrin girişinde garip bir yazı:


"Anadolu'nun Oxforduna Hoşgeldiniz" 


Üniversiteye ulaşmak için sağlam bir yokuş daha tırmanıyoruz otobüsle. Otobüs durar durmaz hızlıca öğrenci işlerine atıyorum kendimi:

Okuldan kaydımı sildirecektim.

Neden sildiriyorsun ki?

Farklı bir üniversiteyi kazandım oraya kayıt yapabilmem için burdaki kaydımı silmem gerek.

Dilekçe yazdın mı?

Hayır.


Elime bir kağıt ve kalem tutuşturuyor adam. Dilekçemi yazıyorum. Kalemi ve dilekçemi geri veriyorum adama.   Şöyle bir göz gezdirdikten sonra dilekçemi beğenmemiş gibi ifadeler oluşuyor suratında. Yüzünü biraz daha tuhaf şekillere soktuktan sonra:

Dilekçeni fakülte sekreterinin onaylaması lazım. İstersen sen götür imzalat, istersen biz imzalatalım. Öğleden sonra gelecek Hayati Bey.

Ben imzalatırım o zaman...


Saatler boyunca Hayati Bey'i bekliyorum. Sonunda öğlen sonu 3 gibi beliriyor odasında. İmzayı atıp beni tekrardan öğrenci işlerine yolluyor. Yine aynı adam ama bu kez daha şanslıyım. Benim gibi kaydını sildirmek isteyen başka biri. Onaylı dilekçelerimizi alıyor bu kez adam:

Siz dışarda bekleyin ben diplomalarınızı çıkarayım dosyalarınızdan."


Dışarda kaydını silen diğer çocukla sohbete başlıyoruz bu kez. Aradan 1 saat geçiyor neredeyse ama henüz ses yok. En sonunda kapı açılıyor. Elindeki 2 satırlık ilanı karşıdaki panoya asıyor adam. Sonra yanımdaki çocuk dayanamayıp soruyor:

Bizim diplomalar...

Kusura bakmayın çocuklar sizin diplomaları şimdi getirmeye gidiyorum.


İkimizin içindende aynı şeyler geçiyor:

Bir saat boyunca bu uyduruk ilanı mı hazırladı bu adam?


Sonunda geliyor diplomalar. Vakit kaybetmeden otobüs durağının yolunu tutuyorum. Kalkmak üzere olan otobüse atlıyorum. Neyseki bu kez oturacak yer var. Benden birazca büyük birinin yanına oturuyorum bu kez. Gördüğüm son Demirci'li bu olsa gerek. Benimle zorla konuşmaya çalışıyor. Ben ise uyumak, uyandığımda ise İzmir'de olmak istiyorum ama nafile:

Memleket neresi
?

Tunceli 

İlk terörist Tunceli'den çıkmış biliyor musun? Askere ilk ateşi ordan açmışlar.

Ne büyük şeref...

Read more...

31 Ekim 2010 Pazar

İyi Kalpli İnsanlar



Küçük Mübaşir:

-Susun! Susun! Hakim Hakstıbıl kararı açıklıyor.
Hakim Hakstıbıl:
-Çocukların velayetinin anneye mi yoksa babaya mı verilmesi hususu görüşüldü ve karara bağlandı. Her iki tarafa da haksızlık olmaması açısından çocukların idamına...
Küçük Mübaşir:
-Yeppaa!! Annesini ve babasını boşanma noktasına getirirken düşünecekti bunu?
Günün birinde karşılaşırım umuduyla kulağında kulaklık varken durduk yere gülen insanlar aradım hep otobüste, metroda, metrobüste. Ben bu repliği dinledikten sonra kahkahayı basınca ve daha sonra da nasıl bir şekil alacağımı bulamayınca etraftan gelen tuhaf bakışlar yüzünden ilk durakta inmek zorunda kalmıştım zamanında.
Zamanında Ankara'da yaşayıp bir şekilde bir yerlerde dinleyip daha sonra buradan ayrılmak zorunda kalanların Ankara'dan ayrıldıktan sonra bırakamadıkları tek şey Radyo Odtü'nün Modern Sabahları. Bu şey zeki espiriler , şakalar yapıp her sabah 7 den 10 a kadar (genelde 8 den önce başlamaz) %100 doğaçlama ve %20 ilkeli yayıncılık sloganıyla yıllarca kiminin işe, kiminin de ilk dersi asıp okula geç gitmesine sebep olan radyo programıdır. Ben ve benim gibiler için ise Podcast denilen icadı hayatıma sokan sabit diskimi ve internet kotamı her zaman sıkıntıya sokan Modern Sabahları Podcasttan Dinleyenler adlı gruba dahil olmamı sağlayan radyo programıdır.
Ege, Fahir ve Oktay adlı Odtü mezunu, işini yapmayan üç arkadaşın bundan tam 10 yıl önce başlattıkları ve sıradan sabah programlarına hiç ama hiç benzemeyen bu programla ilk tanışmam programın üçüncü senesindedir. O gün bugündür Şenol Günbayrak, Demircan Tılsım ve Küçük Mübaşir gibi hayranı olduğum tiplemelerle benim de gündelik yaşamımın bir parçası olmayı başarmışlardır.
Bunca yıldır sen de fazla abartıyorsun diyenlere cevabı ise son zamanlarda buldum. Yeni sezon yayınlarının pek çoğunda artık canlı yayına Amerika'dan, Dubai'den.. falan filan yerlerden bağlananlar olunca bende acaba gerçekten fazla mı abartıyorum sorularını bir anda silip atmışımdır kafamdan. Uzunca yıllar Modern Sabahlar'ı ve Radyo Odtü'yü başkalarına sevdirme alışkanlığımdan vazgeçmişimdir artık. Sözlükte okuduğum bu yorumun bu kararımda etkisi büyüktür.
"tıpkı uzuuun yıllardır dost olduğunuz, muhabbet ederken bir tek kelimenizle 7 yıl önceki ortak bir anınıza referans verebildiğiniz arkadaşlarınızı düşünün. gözlerinizden yaşlar gülerek güldüğünüz o espri, o arkadaşınızı ilk defa tanıyan ve dinleyen bir kişiye elbette komik gelmeyecektir. zaten bu gibi durumlarda o gülmeyen arkadaşa yapılan esprinin 7 yıl önceki hangi olaya referans verdiğini, bugün ne anlama geldiğini anlatana kadar bin yıl geçer."
Not: Ama olur da yine de dinlemek isteyenler olursa blog sayfamın en alt kısmına baksınlar:)

Read more...

16 Eylül 2010 Perşembe

Allemagne 2

Kombi 6000 euro, şömine 7000 euro. Üstelik devletten 3500 euroya kadar olan kısmını geri alma şansı. Türk televizyonlarından birinin Avrupa versiyonunda yayınlanan bu garip reklam kafamı bir hayli yormuştu. Aslında bu reklam bizimkilerin Almanya'nın nesi güzel, niye orda kalıyorsunuz sorusuna verdikleri Almanya'nın sosyal hakları çok güzel cevabının ne derece saptırılmış olduğunun bir göstergesiydi. Sistemin ne kadar kusursuz işlediğini her seferinde dile getirmekten kaçınmayan Almanya'nın modern köleleri bu kez sosyal haklarımız var diyerek devleti bir güzel soyarak hırsızlığı meşru kılmışlardı.


Tuhaflıklar o kadar fazlaydı ki hangisine sinirlenip hangisine güleceğimi tam kestirememiştim. Bocaladıkları açıktan belli olan çocuklar ilk gözüme çarpanlardandı. Sorduğunuz sorulara genelde cevap veremeyen, vermek istediğinde de konuşmaları birden Almancaya kaçan sonrada suratınıza bön bön bakan çocuklar bu işin en masum kurbanlarıydı. Avrupa'nın belki de özgüvenleri en yüksek olan milleti olan Almanların çocukları ve gençleriyle karşılaştırdığımızda bizimkilerin ordaki davranışlarının ne derece sırıttığının resmini anlatmaya inanın kelimeler yetersiz kalır... Bir not olarak ekleyelim başarılarına göre öğrencilerin üç gruba ayrıldığı bu ülkede sistemin en alt seviyesinde Türkiye'den gidenlerin çoğunlukta olması pekte şaşırtıcı olmasa gerek.


Almanya'da ki gurbetçilerden birine "Nasılsın?" "Ne yapıyorsun?" sorusunu sorduğunuzda alabileceğiniz en sıradan cevaplardan biri de "Bizimde durumumuz hiç iyi değil ki!" diye başlayan ve en baştan sinirlerinizi bozan Almanca kelimelerle dolu anlamsız konuşmalar. Sözde sistemde akla gelmez bir faila yapıldığı için kontoları kitlenmişti. Böyle olunca erkenden ucuza uçak bileti alamamışlardı. Bu yüzden bilet fiyatları dopul olmuştu. Üstüne birde işyerinden yeterli frei alamayınca şimdi bu adamlar nasıl Türkiye'ye gelip izin yapacaklardı. İyisi mi gidip kaufta 40 euro ya inmiş spor ayakkabıları alsınlar. Şansları varsa Türkiye'den dönüşte birkaç kilo tulum peyniri getirebilirlerdi belki...

Tuhaflıklar ülkesine yaptığım bu ilk ve son ziyarette kendi payıma umduğumu fazlasıyla bulmuştum. Zorunlu kalınmadıkça gidilmemesi gereken ülkelerin ilk sırasındaki yerini sağlamlaştıran Almanya'nın kayda değer gezecek yerlerinin fazlaca olmayışını da ayrıca sinir bozucu ikinci bir not olarak ekleyeyim.

Read more...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Petag

Kainatta yankılanmış hiçbir ses kaybolmaz.

Daha çocukluk yıllarımda bazı köylerimizin adlarını içimden tekrarlar dururdum „Norşin“, “Hopik“, „Axweşî“, „Sorpiyan“… ne var ki kendi anadilim Zazaca da bu kelimelerin karşılıklarını bir türlü bulamazdım. Sonra anneme sorardım, annem; „oğlum o isimler Ermeniler`den kalma“ diyerek hızlıca geçiştirirdi. Adlarını köylerimize veren Ermeniler artık yoktu, sanki yer yarılmış, toprak yutmuştu. Köy adlarını, virane kiliselerini, mezar taşlarını bize bırakıp nereye „gitmiş“ olabililerdi ki? Bazen, yıkık kilise duvarlarından kalma taşlar; sıvanmamış, eski yapı evlerimizin duvarlarında tek tük göze çarpardı. Bu taşların dili yok muydu, kimse yok mu onların dilinden anlayan, hangi taşa işlenmişti yankılar?…

Bu sözlerle Mikail Aslan Ermeni kültürünün artık yaşamadığı Dersim'de, Dersim Ermenilerinin halk şarkılarından oluşan yeni albümünü müjdeliyor. Mikail Aslan'ın 2010'da yayınladığı iki albümden biri olan Petag'ı (petek) Ermenilerin Dersim'e kalan mirasının yoktan var edilişi olarak nitelemek hiçte abartı olmaz. Kaynak bulmanın imkansız olduğu bu mirasın üzerine birde bugün bile her tarafını gezip dolaşmanın mümkün olmayan Dersim'de ki zorlukların eklenişi Aslan`ın ne derece zor bir işi başardigini kanıtlıyor. Sanatçı 4 yıllık uzun bir çalışmanın sonunda 12 Ermeni Halk türküsünden oluşan albümünü gururla sunar.

1920'lere kadar Dersim Bölgesinde sorunsuz yaşayan Dersim Ermenilerinden bugüne harabe edilmiş kiliseleri ve mezar taşlarından başka bir şey kalmamıştır. Ermenilerin gidişine seyirci kalan zaman zaman işbirliği yapmaktan da çekinmeyen Kürt Alevileri olaylar sonrası Ermeni ailelerinden geriye kalan kimsesiz Ermeni çocuklarının bir kısmını evlatlık edinmiştir. Geriye kalan birkaç Ermeni ailesinin bir kısmı da zamanla benliğini yitirip Alevi kültürünü benimsemiştir. Evlatlık verilip büyüyen çocuklardan bir kısmının yanı sıra, benliğini hatırlayan birkaç ailenin sonraları hristiyanlığa geri döndüğü bilinmektedir.

Mikail Aslan'ın yukarıda saydığı yer isimlerine benim bildiğim Vank, Deşt, Barzingan, Pilvenk ve kendi köyüm Şine'yi de eklemek lazım. Önceleri bir Ermeni köyü olan Şine'de 1920'ler sonrası diğer Ermeni köylerinde olduğu gibi Dersimli Alevi Kürtler yaşamaya başlamıştır. 1994'ten sonra Şine bir köy adı olmaktan çok harabelerin olduğu bir yer adıdır artık.

Uzun yıllar Dersim'in yerli halkıyla etkileşim içinde olan Ermeniler gerek dil gerekse dini inanışlar açısından yerel halkı etkilemişlerdir. Bugün Dersim Zazakisinin içinde halen bir çok Ermenice sözcük vardır. Yine dini inanışlar yer yer birbirinin aynısıdır. Örneğin bizde Gağan Bayramı dediğimiz yılbaşının gelişini kutladığımız bayram Ocak ayının ikinci haftasıdır. Yine aynı şekilde Ermeniler 6 Ocak'ta Gağant adını verdikleri bayramla Noel'i kutluyorlar.

Bu etkileşimlerden yola çıkan Mikail Aslan 1999'da Agerayis adlı albümüyle başladığı sonrasında Kilite Kou, Miraz ve Zernkut albümleriyle devam ettiği Dersim Kültürünü ayakta tutma mücadelesine bu kez Petag'la başka bir koldan katkıda bulunuyor. Albüm içinde bol miktarda duyulan Ermenilerin çalgı aletleri "shvi" ve "duduk" yaşanan dramı daha derinden hissetmemizi sağlıyor. Ayrıca kapanışta yer alan ve tek eski kayıt olan Dersim türküsünün Ermeni yorumu "Darsim" Dersim'in aslında dört değilde üç dağ içinde olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor. Mikail Aslan bu yıl Avrupa'da yayınlanan, Türkiye'de de yayınlanmak üzere olan "Pelguzar" adlı albümüyle bu kez Dersim'in Koçgirisine ait bir halk destanını seslendirecek.

Kaynaklar..... 1......2......3......

Read more...

2 Temmuz 2010 Cuma

Hasret Gültekin


1 Mayıs 1971’de, Sivas’ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde, Süleyman ve Hacıhanım Gültekin’in (Nazire ve Güler’den sonra) üçüncü çocuğu olarak doğdu. Altı yaşında saz çalmaya başladı. On bir yaşında sahneye çıktı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden ikinci sınıfta ayrıldı. 1987 yılında, ilk çalışması “Gün Olaydı” adıyla Diyar Müzik Yapım tarafından yayımlandı. İlk resitalini Kadıköy Moda Sineması’nda 1987 yılında verdi.


1989 yılında, “Gece ile Gündüz Arasında” adlı ikinci çalışması Saltuk Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 29 Ekim 1989 yılında Hollanda Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine, “Genç Türküler” festivalinde Birsel Acar’la birlikte Türkiye’yi temsil etti. 1990 yılında aynı ülkede “Türk Haftası” etkinliklerine birçok sanatçı ile birlikte katıldı. Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa Kürtçe müzik yasağını delen “Newroz” adlı kaset, 1990’da önce enstrümantal olarak, sonra da Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç’un katılımıyla gerçekleştirildi. 1990 yılında, Şivan Perwer’in (Türkiye’de, resmi olarak Kürtçe müzik yasağını kaldıran) “Krivo” adlı karma kasetinin yayınlanmasına öncülük etti ve süpervizörlüğünü yaptı. 1991 yılında, “Rüzgarın Kanatlarında” adlı üçüncü çalışması Nepa Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 1991 yılında Yeter Fırtına ile evlendi. Türkiye’nin dört bir yanında konserler verdi. Birçok Avrupa ülkesinde festivalllere katıldı ve konserler verdi. Aydınlık Gazetesi için; Ankara, İzmir ve İstanbul’da ProsEchos Grubu ile birlikte resitaller verdi. 2 Temmuz 1993’de, Sivas’ta Madımak Oteli’nde 35 insanla birlikte katledildi.
Ölümünden 72 gün sonra, 13 Eylül 1993'te Roni Hasret adı verilen bir oğlu oldu.

Ölümünün ardından Kalan Müzik tarafından "Seçmeler" adlı bir toplama albümü ve 1993 yılındaYunan Rembetiko grubu Prosechos ile birlikte verdiği "Ege'nin iki yakası" adlı konserdeki bazı şarkılardan oluşan ve aynı adı taşıyan albüm Hasret Gültekin Kültür ve Sanat Merkezi tarafından yayımlandı.

Solo Albümleri :

1987 : Gün Olaydı
1989 : Gece ile Gündüz Arasında
1991 : Rüzgarın Kanatlarında

Hasret Gültekin’in müzik yönetmenliğini ve müziklerini yaptığı kasetler dizini

1988 : Abuzer Karakoç, Hüseyin Aydın, Ali Ekber Eren’in de yer aldığı “BİTMEYEN TÜRKÜLER-Dostlar Muhabbeti”.
1990 : Gani Nar’ın seslendirdiği Kürtçe “JİYAN”.
1990 : Abuzer Karakoç’un seslendirdiği ve Avrupa’da yayımlanan “Alvar Deyişleri”.
1990 : Emekçi’nin seslendirdiği “Gül’e Barut Serdin mi?”
1990 : Nurşani’nin türkülerinden oluşan kaseti.
1990 : Lütfü Gültekin’in seslendirdiği “Karanlıkta Vurdular”.
1991 : “NEWROZ 2” isimli, Kürtçe sözlü türkülerden oluşan kaset.
1992 : Arif Sağ, Emekçi, Mehmet Koç, Emre Saltık, Talip fiahin, İhsan Güvercin’in de yer aldığı “Türküler Yalan Söylemez” isimli kasette üç eser seslendirdi.
1992 : Ahmet Arif’in şiirlerini besteleyen sanatçılar olarak, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Sadık Gürbüz, Esin Afşar, Rahmi Saltuk’la birlikte, Ahmed Arif’in anısına çıkan kasette yer aldı.
Bir çok sanatçının kasetlerinde bağlama, cura ve şelpesiyle yer aldı.

Read more...

1 Haziran 2010 Salı

30528 Kilometre Murabbalık Bir Toprak Parçası : Belçika

Kral II. Albert’in gücü anlaşılan bu ülkeyi daha fazla bir arada tutmaya yetmiyor. Flamanca, Fransızca ve Almanca’nın resmi diller olduğu 30528 km2 ‘lik Belçika yıllardan beri süre gelen ayrılık rüzgarlarının daha bir kuvvetli estiği günlerden geçiyor. Hükümetin istifa ettiği, Flamanların mecliste kendi milli marşlarını söylediği ülkenin 1 Temmuz’da Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı’na gelecek olması da cabası.

1800’lü yıllarda bir tampon bölge oluşturmak amacıyla İngiltere’de yaşayan bir Alman prense bağışlanan topraklarda kurulan Belçika, ihtiyaçlarını yine kendisine hediye edilen sömürgesi Kongo’nun kaynakları sayesinde karşılamıştır. Buralarda şehirleri gezdiren rehberlerinde anlattıkları üzere ülkenin zenginliğinin temelinde Afrika’dan çaldıkları elmas ve altınlar yatmaktaymış. Üstüne birde pamuk ve kahve gelirleri eklenince 1960’lara kadar Belçikalılar Kongo yönetiminde olan hakimiyetini sürdürmüştür. 1. ve 2.Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilen Belçika 1980’li yıllarla birlikte ülkeyi bir arada tutabilmek için merkezi yapıdan uzaklaşıp federe bir yapıya bürünmüştür. Anayasa tarafındanda tanınan federe devlet yapısına göre nüfusunun %60 kısmını Flamanlar’ın %30’nu Valonların oluşturduğu Belçika üç bölgeye ayrılmıştır. Bunlar başkenti Brüksel olan Flaman Bölgesi, yine aynı şekilde başkenti Brüksel olan Brüksel Bölgesi ve başkenti Namur olan Valon Bölgesi. Ülkeyi bölgelere ayırmakta yaşanan karmaşa bu bölgelerde konuşulan dillerle daha da karmaşık bir hal almakta. Öyle ki sözde Flamanların başkenti olan Brüksel’de halkın %90’ ı Valon Bölgesi’nin resmi dili olan Fransızca’yı konuşuyor. Ülkenin doğusunda resmi dillerden Almanca’yı konuşan %1 lik bir kısım olduğunu da ekleyelim.

Ülke yönetimine gelince bir önceki yazıda Flaman gençlere “Yönetim şekliniz ne?” diye soru sorma isteğim büyük haksızlık olmuş. Onca aramadan sonra bulduğum en karmaşık ve en makul cevap 5 kavramdan oluşuyor: Anayasal Monark'a bağlı federal parlamenter demokrasi. İngiltere’de olduğu gibi kralın yönetimde etkisiz olduğunu söylemek mümkün değil tabi burada. Kral II. Albert’in yasama ve yürütme görevlerinde olan sorumluluklarının yanı sıra Bakanlar Kurulu’nu atama, hükümeti kurma görevini verme gibi görevleri de var. Yani halkın yönetenleri direk seçmesi gibi bir durum söz konusu değil. Ancak bunun yerine tam olarak nasıl oluyor bilmiyorum ama halk hükümeti direk seçemediği için, hükümet parlamentoya kararları ile ilgili hesap vermek zorundaymış. 13 Haziran'da yeniden seçimlere gidecek olan Belçika’da biri Flaman biri Valon olmak üzere ikişer adet liberal, muhafazakar ve sosyalist parti bulunuyor.

Ülke de ayrılık sesini en çok çıkaran Flamanların bu istediğini ülkedeki güçlü taraf olmalarından kaynaklanıyor. Valonlar 1945’lere kadar eğitimli ve güçlü olan, ülkenin önemli maden kaynaklarına sahip olan taraf iken bu tarihten sonra ülke ekonomisinde yaşanan yapısal değişiklik sonucu lideliği Flamanlara kaptırmıştır. Bugün Belçika endüstrisinin büyük bir kısmının yanı sıra, ülke ekonomisine büyük katkısı olan önemli limanlar Flaman Bölgesi’nde yer almaktadır.

Bunca karmaşık bir yapısı olan ülkede son yıllarda artan ayrılık sesleri politikacıları ülkeyi bir bütün olarak yönetmek yerine devlet bütçesini küçültüp kendi bölgesel sorunlarını çözmeye yöneltmiş durumdadır. Federal kurumların ülke yönetimindeki bu baskınlığı onları; ülkenin paylaşılan malları, ortak değerleri ve menfaatleri için karar alamaz duruma getirmiştir.Ülkede son yıllarda her seçim sonrası hükümet kurma krizleri yaşanmış, kurulabilen koalisyon hükümetleri ise kısa süre ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Bütün bu gelişmelere rağmen ülkeyi bugün bir arada tutmaya yarayan faktör olarak ayrılıkçı Flamanların istediği Brüksel’de Valonların çoğunlukta olması gösterilebilir. Ülkede bir yandan Brüksel Bölgesi’nde bir her iki kesiminde yönetiminde ortak bir konfederasyon kurulabileceği tartışılırken, bir yandan da Valonların ayrıldıktan sonra Fransa’ya katılacağı haberleri kulaktan kulağa yayılıyor. Bütün bu gelişmelerin oluşması halinde Kral II. Albert’in akıbetinin ne olacağı ya da nasıl bir tutum takınacağı sorusu ise Valonların ve Flamanların bugünlerde kafalarını en az yoran mesele olarak duruyor.

Kaynaklar: 1 .....2......3......

Read more...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Rahatlık Battı

Bazı alışkanlıkları unutmak için yapılması gereken en doğru alışkanlık, o alışkanlıktan uzak durma alışkanlığını kazanmaktır. Küçüklüğümüzden beri beyinlerimize hapsedilen her olaya politik ya da dini bir yaklaşımla bakma alışkanlığından uzaklaşma alışkanlığını kazanabilme alışkanlığını anlatabilmek için cebelleşmekteyim.Buralara gelmeden önce bu kötü-kaka alışkanlığı edindiğim yerden uzaklaşınca biraz olsun etkisini azaltacağını düşünmekteydim. Koşullar ve ortam bunu yapabilmek için hali hazırda uygunda açıkçası. Bizimle aynı şansızlığı yaşayan Ürdünlü, İranlı, Iraklı, Filistinli Arap öğrencilerden ve bizimkilerden başka buralarda siyaset ve din üzerine konuşan kimseleri göremedim henüz. Öyle ki bugünlerde bizimkinden daha kuvvetli parçalanma rüzgarları esmesine rağmen, Belçika'da, günün birinde Flaman gençlerden birine sizin başbakanınız kimdi, yönetim şekliniz ne, cumhuriyet kaç yılında kuruldu gibi sorular sorarsam cevabını alabileceğimden şüpheliyim açıkçası.


Flamanlardaki bu rahatlık ve vurdumduymazlık beni biraz olsun rahatlatmaya yetmedi ne yazık ki. Bunu yapmanın dünyanın neresine gidersem gideyim benim için mümkün olmadığını da böylece öğrenmiş oldum. İçerden de baksam dışardan da baksam ülkede olup biten her olaya, karşı bir tavır takınmak, çözümü ben ölünceye kadar mümkün olmayan olaylar hakkında kafa yormak, sinirlenip küfür etmek hayatımın vazgeçilmez bir parçası olmuş durumda. Bundan zevk alabilmek dengesizliğini gösterebilmem için de son zamanlarda bizi meşgul eden birkaç olaya değinmeden geçemeyeceğim:

Bunlardan ilki zaman zaman unuttuğumuz ancak bize bu olaydan bağımsız dış devletlerin hamleleriyle hatırlatılan 1915-1918 yılları arası kimine göre 100-200 bin kimine göre 1,5 milyon Ermeniye ne olduğu sorusuydu. Acaba Ermeniler gerçekten de soykırıma mı uğramışlardı, yoksa Türkiye'nin kendini savunurken dediği gibi tehcir edilirken kimisi soğuktan, hastalıktan ölmüş, kimisi ise Kürt Çeteleri tarafından öldürülmüş, kaçarlarken de bu Kürt Çeteleri yerine birçok Türkü katletmişler miydi? Bütün bunlara ilaveten hali hazırda Osmanlı Devletinin en güçsüz olduğu bu yıllarda bu çapta büyük bir soykırımı yapabilmesi mümkün müydü? Yoksa Türk ordusunun en kötü koşullarda bile güçlü kalabilmeyi başarabildiği teorisi akla daha mı uygundu?

Ortaya atılan bütün bu teoriler, iddialar ne derece gerçekçi ne derece abartılmış ya da yalandır bilinmez ama bu olayın çözümünden de çözümsüzlüğünden de her iki tarafın da mutsuz olarak ayrılacağını söylemek güç olmasa gerek.

Son günlerde ceketli kravatlı adamları birbirine yumruk sallarken, birbirinin boğazını sıkarken, birbirlerine akla gelmesi zor küfürler ve laflar ederken gördüğümüz haberleri gün geçmiyor ki görmeyelim. Meğersem bu adamlar anayasayı değiştirmek için bu kadar cebelleşiyorlarmış. Kendi ağızlarından bu işin mecliste bitmeyeceğini hatta ve hatta cumhurbaşkanı onaylasa bile, referandum olsa bile işin yargıya taşınacağı söyleyen bu çirkef adamlar o zaman neden mecliste kendilerini bu kadar paralıyorlar anlayabilmek mümkün değil. 2007'de bu hayaline ulaşamayan Akp bu kez de hüsrana uğrayacak gibi gözüküyor, neler yapabilecek göreceğiz.

Taciz ve tecavüz haberlerinin artışında bir anda ortaya çıkan patlama toplum olarak ne kadar sapık olduğumuz gerçeğini suratımıza çarptı bir kez daha. 7'den 70'e ülkenin dört bir yanından gelen akla sığmaz tecavüz haberleriyle bir sinir patlaması yaşıyoruz bu günlerde. Bunlardan bir tanesi 1,5 yıl boyunca saklı tutulabilmiş Siirt'te yaşanan tecavüz olayı. Benzer bir olayın 2007'de Dersim'de yaşandığı bu olaydan sonra arka arkaya bu okullarda çıkan tecavüz haberlerine rağmen Yatılı Bölge Okullarının neden tecavüz yuvalarına dönüştüğü sorusunu neden kimse sormamakta halen? Olayı yine kimseler duymadan kendi aramızda mı halledeceğiz yoksa?

Uzun yıllar Taksim'e çıkabilmek için nice biber gazı ve tazyikli su saldırısından sağ çıkmayı başarabilmiş yediği onca çopa rağmen bu isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemiş işçilerin isteği geçen yıl kısmen de olsa gerçekleşebilmişti. Ufak bir grubun Taksim'e çıkmayı başarabilmesi basınımıza göre geçen yıl polisin önceki seneye göre daha orantılı bir güç kullanmasıyla alakalıydı. Öyle ki geçen yıl hastane bahçesine yapılan biber gazı saldırısı bunun bir göstergesiydi. Bu yıla geldiğimizde ne değişti bilinmez aynı polis bu kez orantılı ya da orantısız herhangi bir güç gösterisinde bulunmadı. Böylece halkın kendi kendini daha rahat idare edebildiği, korkusuz, tehlikesiz, amacına ulaşmış bir 1 Mayıs kutlamasını Taksim'de görebildik. Bu iş bu kadar kolaysa onca korkunun, yıldırmanın, saldırmanın, beş para etmez haberlerin mantığı neydi öyleyse? Bütün bunların üstüne çıkıp televizyonlardan hızlı hızlı konuşarak sağa sola teşekkür edip kendine pay çıkaracak kadar yetkili ve yüzsüz olmanın gereği neydi? Önceki yıllarda başını çektikleri saçmalıkları çok çabuk unutturdular bizlere. Madem öyle kapanışta ben de onları Nietzsche'nin bu sözüyle selamlıyorum:

"Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür."

Read more...

20 Nisan 2010 Salı

Dekalog


Saat akşamın 11’i. En azından 1 bölümünü izlerim. Ne de olsa televizyon için çekilmiş kısa filmler. Film tadında olmaz. Her gün 50 şer dakikalık 1 bölüm izlersem 10 günde biter. Çok sıkıcı olursa devamını da izlemem. Ama görüntüler çok net. Hiçte televizyon dizisine benzemiyor. Her bir bölüm Tevrat’ta ki “10 Emir” den biriyle adlandırılmış. Üstelik Kieslowski’nin* Üç Renk** serisi olağanüstü güzel filmlerdi. En iyisi internetten araştırma yapıp, ekşi sözlükten yorumları okuyayım. Hayır! Bunu yaparsam bu kez filmleri izlememin pek bir anlamı kalmayacak.

Kafamda oluşan bu soru işaretleriyle başladım Kieslowski’nin Dekaloglarını*** izlemeye. Ertesi gün aynı saatlerde son bölümünü de izleyip seriyi tamamladığımda izlemek için ne denli geç kaldığımın karın ağrısıyla uğraştım bu kez hayli bir vakit. Sonraları okuduğum Kubrick’in**** Dekaloglar için yazdığı bu paragraf biraz olsun ne izlediğimi sözcüklerle anlatabilmişti bana.

"Büyük sinemacıların eserlerinin belli bir yönü üzerinde durma konusunda hep isteksiz olmuşumdur. Çünkü bunun, eseri kaçınılmaz olarak basitleştirme ve indirgeme ihtimali vardır. Fakat Kieslowski ve yardımcı yazar Piesiewicz'in***** senaryolarını içeren bu kitapta fikirlerden sadece bahsetmek yerine bunları dramatize etme konusunda çok ender rastlanan bir yetenekleri olduğu gözlemini yapmak yersiz olmaz. Kastettikleri şeyi dramatik bir eylemle anlatarak, seyircinin, anlatılanın ötesinde gerçekleşen şeyleri keşfetmesi gibi bir kazanca da sahip oluyorlar. Bunu öyle hayranlık verici bir yetenekle yapıyorlar ki fikirlerin ortaya çıkışını farkedemiyor ve ancak çok sonraları kalbinize ne kadar derinden nüfuz ettiklerini anlayabiliyorsunuz."

Bütün bölümler hakkında uzun uzun düşünüp, konuşabilmek mümkün. Yönetmenin bizden yapmamızı istediği de bu zaten. Filmlerin konusunu birilerinin ağzından duyup öğrenmek yerine izleyicinin keşfetmesi daha doğru diye düşünüyorum. Bu sebeple sadece filmlerin isimlerini vermekle yetiniyorum:

1 - Dekalog, jeden (Senin tanrın benim, başka tanrın yoktur.)

2 - Dekalog, dwa (Tanrı'nın ismini boş yere ağzına almayacaksın)

3 - Dekalog tryz (Altı gün çalışacaksın, bir gün dinleneceksin.)

4 - Dekalog, cztery (Anne ve babana saygılı davranacaksın.)

5 - Dekalog, piec (Öldürmeyeceksin.)

6 - Dekalog, szesc (Zina etmeyeceksin.)

7 - Dekalog, siedem (Çalmayacaksın.)

8 - Dekalog, osiem (Yalan yere şahitlik yapmayacaksın.)

9 - Dekalog, dziewiec (Komşunun evine tamah etmeyeceksin.)

10 - Dekalog, dziesiec (Komşunun karısına, kölesine, hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.)

....*Kieslowski.....** Üç Renk Mavi, Kırmızı, Beyaz.....***Dekalog.....****Kubrick ....*****Piesiewicz

Read more...