28 Aralık 2010 Salı

Limonata Gibi Kan

Bir albümün çıkışının üzerinden uzun süre geçtikten sonra yeni çıkmış bir albüm hakkında konuşuyor edasıyla konuşmak pek adetten değildir ama hali hazırda 2010'un son demlerini yaşadığımız bu günlerde yılın kayda değer tek albümü diye iddialı bir şekilde bahsedebiliriz son Morcheeba albümünden.

İngiliz grubun 7 Temmuz'da çıkan albümü Blood Like Lemonade'den duyulan ilk melodiler Mayıs ayının sonlarında gelmişti. İlk single "Even Though" solist Skye Edwards'ın su altında sahne kıyafetleriyle yaptığı akrobatik hareketlerle süslü videosunu bu yılın insanı en az yoran şarkısı olarak seçsek, bu çokta tuhaf bir seçim olmaz herhalde . Robert Foster'in oynadığı ikinci single Blood Like Lemonde şarkısınıda yılın video klibi ve şarkısı olarak eklemek istiyorum. 


Aslında albümü bir önceki albüm "Dive Deep" de duyamadığımız Skye'in alıştığımız sakinleştirici sesinin etkisinin iyiden iyiye arttığı bir albüm olarak tanımlamak mümkün. Güzel de bir benzetme yapılmış bunun için:


 "i am the spring" parçası çalarken gözünüzü kapattığınızda, skye saçlarınızı okşuyor sanki..."


Crimson, Receipe for Disaster, Easier Said Than Done albümden benim kulaklarımdaki pası alan diğer şarkılar. Albümü dinlemeye başlamadan önce  ufak bir de tavsiyede bulunayım madem. Gün içerisinde yapacak bir şey bulamayıp tükendiğiniz anda açıp albümü baştan sona dinlemeyi deneyiniz.

Read more...

21 Aralık 2010 Salı

Ağlayanlara Dair


Aslında buraya 3-5 satır Kürtlerin sürekli ağlayıp, dert yanmalarının bugün Kürt sorununun çözümünün önünde en büyük engellerden birini oluşturduğuna dikkat çekmek isteyen bir yazı yazmak istemiştim. Ancak konuya dair örnekler ararken çok geçmemişti ki İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch - HRW) Ekim 2002'de açıkladığı, "Göç Ettirilmiş Ve Yüzüsütü Bırakılmış- Türkiye'nin başarısız köye dönüş programı" adlı raporunun kısa bir özetiyle karşılaştım. Bu rapor bir bakıma Kürtlerin bu ağlayıp-sızlamalarının neden hala sona ermediğinin ya da erdirilemediğinin sorusunda da cevap niteliğinde. Okudukça üzerinden yıllar geçse de benzer olaylara az çok tanıklık eden birisi olarak çocukluğumun o karanlık yılları tekrar hatırlatan bu yazının tamamını eksiksiz yayınlayarak bilerek ve isteyerek dikkat çekmek istiyorum:


Raporun "Göç ettirilmiş ve yüzüstü bırakılmış" bölümünde yaşanmış örnek olaylar aktarılıyor. 

" Bütün köylerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz " 

"Biz Siirt Pervari G köyü halkındanız. Köyümüze yakın bir yerde PKK'lılar ve askerler çatıştılar. Bu olaydan sonra Pervari Köyü'nde görevli binbaşının emri üzerine askerler maddi varlıklarımız tutuşturmaya başladılar. Köylü kadınlar onlara müdahale ettiler. Askerler onları fırlatıp attılar. Yakılan varlıklarımız: Beş binin üzerinde kavak ağacı, dört tondan fazla buğday, köyün etrafındaki bütün ormanlık alan, köylülerin otlarıyla birlikte yirmiden fazla ahır.Şimdi köy boşalmış durumda, bütün evlerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz... Köyün dışına çık(arıl)dığımız an hayvanlarımiz askerler tarafından taranıyordu. Bitişikteki M köyünün arılarını dahi kovanlarıyla birlikte yaktılar... Önümüze iki seçenek koymuşlardı.Ya korucu olup ölecektik, ya terk ve açlık... Biz nerelerde nasıl barınacağız? ... Çocuklarımızı neyle doyuracağız? Bizlere gereken yardımının yapılmasını ve durumumuzun göz önüne alınmasını saygılarımızla arz ederiz."

Mehmet M'nin 12 Şubat 1991 tarihli dilekçesinden.

Dilekçe, Siirt Valiliği'ne, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'ne (OHAL), Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu'na, Başbakanlık Makamına, Cumhurbaşkanlığı makamına, basına, İnsan Hakları Derneği'ne (İHD), İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne, Uluslararası Af Örgütü'ne ve siyasi parti başkanlarına iletilmiştir.

"Köye dönmezsek mallarımız talan edilir" 

"Bizler Eruh ilçesine bağlı L köyü halkındanız. Köyümüz yirmi iki haneden ibaret olup, gelir düzeyi yüksek olan bir yerleşim birimidir.Ancak köyden çıkarılmamız nedeniyle sıkıntı vaziyetine düşmüş, aç, çıplak evsiz perişan bir durumdayız. Bilemiyoruz bizim bu durumumuz kimleri memnun edebilir? Bizim uzmanlık alanımız tarım ve bağcılık, bilmediğimiz görmediğimiz yerleşim birimlerinde ne iş yapabiliriz? Ucuz işçilik ve sefillikle yüz yüzeyiz.

Köylerin boşalması ve şehir merkezlerinin dolması sonucu zaten iş de bulamıyoruz. Köyümüzdeki mal varlığımıza sahip çıkmak ve yaşantımızı eskisi gibi sürdürmek için yaptığımız bütün başvurular bir sonuç doğurmadı. Defalarca üst birimlere başvurduk. Başbakanlık Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı'nının dilekçe[miz]e verdiği cevapta Siirt valiliğine durumu iletildiği belirtilmekte. Valiliğin tarafımıza bilgi vereceği yazılmış. Buna rağmen bugüne kadar tarafımıza bir şey iletilmedi.

Köyümüze dönmediğimiz takdirde mal varlıklarımız başkaları tarafından talan edilecek. Ya tekrar köye dönmemiz için gereken izin verilmeli yada uğradığımız maddi zarar karşılanmalı.

H köyünün karakolunda görevli askeri birimler bize, 'Köye dönemezsiniz. Dönmek için belge getirin. Belge getirmediğiniz takdirde, bize emir gelmiş sizleri öldüreceğiz. Nereye giderseniz gidin. Bizleri ilgilendirmez' dedi."

Abdulkadir A'nin tarihsiz dilekçesinden.

Dilekçe Savcılık Makamına, yöre milletvekillerine, elçiliklere, Başbakanlık Makamına, Cumhurbaşkanlığı Makamına, yerli ve yabancı basına, İnsan Hakları Derneği'ne, Helsinki İzleme Komitesi'ne, Uluslararası Af Örgütü'ne ve siyasi parti başkanlarına iletilmiştir.

Bir avukatın dilekçeleri... 

1990 yılında Siirt'teki bir avukat bir faks makinesi satın aldı ve savcılık makamlarına, Türk hükümeti yetkililerine ve Helsinki İzleme Komitesi (şimdiki İnsan Hakları İzleme Komitesi) dahil dış dünyaya düzinelerce dilekçe göndermeye başladı.

Dilekçeler, evleri yakılıp yerlerinden edilen kişilerin durumuyla ilgiliydi. Bu dilekçeler göç ettirme olayının hala belirgin olan özelliklerini yansıtan çok sayıda detaya değiniyordu:

Köylülerin kentlerde çektikleri sıkıntılar, yetkililerin şikayetlerine yanıt vermemeleri, köy topraklarının yağmalanması, ve geri dönüş özlemleri. On yıl sonra, Temmuz 2001'de, yukarıdaki iki dilekçeninsahipleri, hala yurtlarından kopartılmış ve yoksulluk içinde yaşar şekilde, İnsan Hakları Derneği Siirt şubesinde İnsan Hakları İzleme Komitesi'nin bir temsilcisiyle görüştü. Yetkililerin baskılarından duydukları korku nedeniyle, adlarının ve köylerinin hiç bir yayında açığa vurulmamasını istediler. Görüşme sırasında, polis dernek binasını gözetliyordu. Ayrıca, binaya girip dernek personelini sorguya çekti.

"20 korucu bul köyüne geri gel dediler" 

L köyunden Abdulkadir A. (1) köyüne dönmek için ilk dilekçesini verdikten sonra polis karakoluna çağrılmış ve polisçe azarlanmıştır.

"Korkuyordum, ama bir yıl boyunca yetkililere başvurmaya devam ettim. Tekrar tekrar valiye ve askerlere gittim. Bana, köy korucusu olarak silahlanacak yirmi kişi bulmadan dönemeyeceğimi söylediler."

Üç kez köye gidip yerleşmeye çalıştı, ama her seferinde köyden atıldı.

"Komşu köyden olan korucuların topraklarımızda gözü vardı. Hakkımızda sürekli şikayetler yapıyor, PKK (2) militanlarının bizi ziyaret ettiklerini belirtiyorlardı."(3)

En sonunda, 1995 yılında, askerler en geç yedi gün içinde köyü terk etmesini söylediler. Köy yakılacaktı. Siirt'e gitmek üzere ayrıldı ve köy tahrip edildi.

Kendisi halen biri özürlü olan sekiz çocuğuyla birlikte Siirt'te iki odalı bir evde yaşamaktadır. Özürlülük yardımı ve kent belediyesinin verdiği yakıt ve yiyecek yardımlarıyla geçinmektedir. Kent belediyesi halihazırda büyük ölçüde Kürt üyesi bulunan Halkın Demokrasi Partisi'nce (HADEP) yönetilmektedir.

Abdulkadir A İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne şunları anlattı:"Köyde tarlalarım vardı, ancak tarlaları korucular kullanıyor. Toprağımın tapusu var, ama mahkemede dava açmaya korkuyorum." Komşu köyden olan korucuların şikayeti üzerine, 1990'da tutuklanmış ve işkence görmüştür. Aynı deneyi bir daha yaşamak istemiyor. "Köy korucuları dava açmazsam toprağımın bir kısmını kullanmama izin vereceklerini söylediler."

Sözde sorunlarına çözüm getirecek hükümet programı olan Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi'nden haberi yok. Köyünden iki kişi dönüşle ilgili bilgi almak için kaymakama başvurmuş, ama kaymakam onlara "emir gelinceye kadar dönemeyeceklerini" söylemiş. Kaymakam kendisine yazılı herhangi bir şey vermemiştir.

G köyünden Mehmet M (4) de resmi ve yasal kanalları kullanmaya çalışmış, ama başarısız kalmış. 1990 senesinde kendisi ve eşi, sekiz çocuktan en küçük olanlarını eşek sırtındaki torbalara koyup yanmakta olan köyü bırakır ve Şırnak'a doğru yola çıkarlar. Bir günlük yürüyüş. Köyünü yakan askerlerin araçlarının plakalarını not etmiş ve savcılığa şikayette bulunmuş. Herhangi bir yanıt alamamış. "Belki de savcı dava açmama kararı almış. Bilmiyoruz."(5)

Eşi yakın geçmişte vefat etti. Şimdi Van'da kullanıma uygun olamayan bir yerde kurduğu bir evde yaşıyor. Ailenin geri kalan kısmı, esas olarak İstanbul'da inşaat işlerinde çalışan en büyük oğlunun gönderdiği parayla yoksul bir yaşam sürüyor. "Doğru dürüst yemek yiyemiyoruz. Doktora gidemiyoruz."(6)

Köye dönmeyi olanaklı kılacak resmi izni dört gözle bekliyor.Bunun için tekrar tekrar dilekçe vermiş. İnsan Hakları İzleme Komitesi'ne Nisan 2000'de İçişleri Bakanlığı'na yaptığı başvuruyu gösterdi. Başvuruya herhangi bir yanıt almamış.

1980-2000 arasında 500 kişi göz altında öldü 

"Bosna'da gördüğünüz zorunlu göç ile burada olan arasında büyük bir fark var. Bizim zorunlu göçümüzü kimse görmedi. Olayı etkin bir şekilde izleyecek kimse de yoktu. Basın ve televizyonun izleme izni yoktu. Bu yüzden kamuoyu baskısı gelişmedi."

Necdet İpekyüz, Diyarbakır Tabipler Birliği, 25 Haziran 2001.

Güvenlik güçleri PKK saldırılarına karşı mücadele etmek için 1980 ve 1990'larda köylüleri zorla göç ettirdi. 1978'de lideri Abdullah Öcalan tarafından Diyarbakır'da kurulan PKK, üyelerini ve lojistik desteğini yerel köylülerden sağladı. Kuruluşunun ilk yıllarında, PKK ana olarak rakip solcu ve Kürt örgütlerle çatıştı. 1984 Ağustos'unda, 1920'lerden beri kapalı bir askeri bölge olan ve esas olarak Kürtlerin yaşadığı bir bölge olan Güneydoğu'da bulunan Siirt'in Eruh ilçesinde bir jandarma karakoluna saldırı düzenledi.

PKK eylemlerini arttırırken jandarma (İçişleri Bakanlığı'nın emrinde polis görevi yapan askerler) köy baskınları ve kitlesel göz altılarla yanıt vermeye başladı. Gözaltılar standart olarak dayak, elektrik şoku, cinsel saldırı ve yiyecek-içecek vermeme dahil işkence anlamına geliyordu. 1980-2000 arasında gözaltında ölen beş yüz kişinin çoğu jandarma veya polis karakollarında gözaltında bulunan köylülerdi. Güvenlik güçlerinin baskıcı yöntemleri daha çok gencin PKK'ya katılmasıyla sonuçlandı. Birkaç yıl içinde önemli bir güç haline geldi ve 1984-1999 arasında 30 binden fazla üye topladı.

Türk güvenlik güçleri izlemekte oldukları silahlı militanları sözde korumakla yükümlü oldukları sivil halktan ayırmadı. Bu insanların bir kısmının isteyerek veya istemeyerek militanları desteklediğini ve onları sakladığını biliyordu. Hükümet, dünyanın başka yerlerinde benzeri muhaliflerle karşı karşıya gelen diğer hükümetlerin başvurduğu yola başvurdu:

Halkın militanlara karşı silahlanmasını ve böylece devlete sadakatini göstermesini istedi. 1987'den sonra, kırsal kesimdeki halkın "geçici köy korucuları" oluşturmak için yeterli sayıda insan vermesi gerekiyordu. Bu güç yerel jandarma karakollarınca silahlanacak, ödenecek ve denetlenecekti. Halkın köy koruculuğu sistemine katılmayı reddetme olanağı vardı, ama böylesi bir tutumdan sonra güvenlik güçleri onları PKK sempatizanı olarak görmeye başlayacaktı.

Sisteme katılmayı kararlaştıran köyler, komşu köylerin katılmamasına kızıyorlardı çünkü bu durum onları PKK saldırılarına karşı açık bırakıyordu. Köy korucuları iyi silahlanmıştı, ancak resmi bir emir-komuta zincirleri ve kendilerini tanıtacak resmi üniformaları yoktu. Aşiret bağlarının güçlü olduğu bölgelerde, aşiret liderleri korucuları kendi üstünlüklerini sağlamlaştıracak özel bir ordu olarak kullandı.

Buna yanıt olarak PKK köy koruculuğu sistemine katılan Kürtleri hain ilan etti. Yakaladığı köy korucularını "idam" etti. PKK ayrıca köy korucularının çatışmada taraf olmayan aile üyelerini - kadın ve çocuklar dahil - katletti. Bu tür eylemlerden sonra PKK dağlara çekilip ortadan kaybolunca, devletin karşıt operasyonları genellikle korucu olmayan köylülerin yaşadığı köyleri basmak ve sakinlerini toplamak biçimini alıyordu. Amaç, PKK'nın hareketleri hakkında bilgi toplamaktı. Ama kimi zaman hükümet güçleri PKK saldırılarına ve eylemlerine karşı misilleme şeklinde katliamlar da düzenledi. 

Korucu ya da militan 

Köylüler korkutucu bir ikilemle karşı karşıyaydı. Köy korucusu olup PKK saldırıları ya da koruculuğu ret edip devlet baskısı tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirlerdi. Birçok kişi varını yoğunu toplayıp şehre yöneldi. Köylerde kalanlar yaşamın her geçen ay daha tehlikeli olmaya başladığına tanık oldu. Köylüler şehrilerden az miktarda yiyecek getirsin diye, jandarma yiyecek ambargoları koydu. Yol boyunca kurulan kontrol noktalarında el konulması nedeniyle, köye ulaşan yiyecek miktarları azalıyordu. Sürülerini bir yerden ötekine götüren çobanların PKK'ya bilgi ve yiyecek sağlamasını önlemek için, "otlatma yasakları" kondu. Jandarma uzak ve yüksek yerlerde yakaladıkları çobanları sorguya çekti, zaman zaman da sorgusuz bir şekilde infaz etti.

1991'deki seçimle başa geçen Doğru Yol Partisi (DYP) hükümeti Başbakan Süleyman Demirel'in başbakanlığında güneydoğudaki gerilimi yapıcı yöntemlerle çözme doğrultusunda bazı adımlar attı."Kürt gerçeğini" kabul edeceklerini belirtti. O yılın sonlarına doğru, Lice'de ve Kulp'ta yer alan iki sivil gösterideki katliamlar ve PKK'nın aynı derecede kanlı saldırıları makul bir politikaya doğru atılan adımlara son verdi.

Demirel'in halefi ve Türkiye'nin ilk kadın başbakanı olan Tansu Çiller politika alanına yeni adım atıyordu. Politikadaki deneyim eksikliği ve bölünmeye açık partisini ve hükümetini ayakta tutma kaygısı nedeniyle, PKK'yla istedikleri gibi uğraşmaları için orduya ve polise tam bir serbestlik verir gibi göründü. Güvenlik güçleri, PKK militanlarını ve işbirlikçilerini kanıt toplama ve mahkemeye çıkarma derdiyle uğraşmadan elimine etmeye karar verdi. 1991-1994 arasında ' sokak katilleri' Kürt siyasi liderlerini, insan hakları eylemcilerini ve gazetecileri hedef alarak binden fazla insanı öldürdü.

Çıplak kanunsuzluğa başvurma jandarmanın kırsal alandaki yöntemlerine de yansıyordu. Mao Zedung'un deyimiyle, silahlı PKK üyeleri "halk denizinde yüzen balıklar" gibi silahlı gerilla taktikleri kullanıyordu. Güvenlik güçleri, "denizi kurutmak" şeklindeki anti-gerilla taktikleri kullanmaya başladı. Köy koruculuğu sistemine katılmayı reddeden köy ve yerleşim birimlerini basitçe tehdit edip korkutmak yerine, yola girmeyen yerleşim birimlerini sistemli bir şekilde imha etmeye başladılar.

" 1994'te 3 bin köy haritadan silindi" 

Helikopterler, zırhlı araçlar, askerler ve köy korucuları tek tek köyleri sardı. Depolanmış ürünleri, tarım aletlerini, ürünleri, meyve bahçelerini, ormanları ve hayvanları yaktılar. Çoğu zaman içerideki malları almaya izin vermeden evleri ateşe verdiler. Bu tür operasyonlar sırasında, güvenlik güçleri sık sık köylüleri suistimal ediyor, onları utandıracak davranışlarda bulunuyor, mal ve paralarını çalıyor ve onlara işkence ve kötü muamele ediyordu. Sonra onları evlerinden uzaktaki yollara sürüyorlardı. Bu dönemde çok sayıda "ortadan kaybolma" ve yargısız infaz meydana geldi. 1994 yılına kadar, 3.000'den fazla köy hemen hemen haritadan silindi ve çeyrek milyon köylü evsiz bırakıldı.Kaybolmaların büyük çoğunluğu olağanüstü hal bölgesinde yer alan on güneydoğu ilinde meydana geliyordu.(7)

Türk hükümeti köy boşaltma ve köyden atılma eylemlerini tümden inkar etti ve güvenlik güçlerinin suistimallerini gizlemek için yalan söyledi. Bir-iki siyasetçi, siyasi kariyerini tehlikeye atarak köy yıkımlarına karşı konuştu, ama Meclis yakma eylemlerini durduramadı. Ülke içinde göç ettirilen kişiler aralıksız dilekçe eylemleriyle siyasi ve adli çarkı harekete geçirmeye çalıştı, fakat tüm çabaları boşunaydı. 26 Ekim 1994'te Başbakan Tansu Çiller Tunceli'nin Ovacık bölgesindeki on köyün muhtarını kabul etmişti.Askerlerin köylerini yaktıklarını ve helikopterlerin operasyonu desteklediklerini söylediler. Ancak gönüllü körlük artık hükümet politikasıydı.

Çiller: Helikopter PKK ya da Afganları olabilir 

Başbakan onlara şunu söyledi: "Devletin köy yaktığını gözümle görsem bile inanmam. Her gördüğünüz helikopteri bizim sanmayın. PKK helikopteri olabilir. Hatta Rus, Afgan veya Ermeni helikopteri de olabilir."(8) Başka bir muhtar, Diyarbakır'ın Akçayurt koyü muhtarı Mehmet Gürkan 7 Temmuz 1994 tarihinde köyden atıldı. Yaptığı basın toplantısında, televizyon muhabirlerine köylerini PKK'nın yaktığını söylemek için jandarmanın kendisine işkence yaptığını söyledi. Gerçekte Akçayurt'u yakanların jandarma olduğunu belirtti. Bir ay sonra köye döndüğünde, bir görgü tanığı askerlerce tutuklandığını ve bir helikopterle götürüldüğünü gördü. Muhtar ondan sonra tekrar görülmedi.(9)

Güvenlik güçleri uzak ve haberleşmenin yetersiz olduğu bölgelerdeki köyleri yakıyordu. Bu nedenle, birçok suistimal haber olamıyordu. Yerel toplum liderlerinin ulusal ve uluslararası örgütlere başvurma deneyimi yoktu. Ancak, az sayıda avukat, göç ettirilmiş, okuma yazma bilmeyen ve dilekçelerine parmak basmak zorunda olan köylülerin şikayetlerini kaydederek bu şikayetleri Birleşmiş Milletler'e (BM'ye), Avrupa Birliği'ne (AB'ye), ve Avrupa Konseyi'ne faksla iletiyordu. Hükümet dışı Türk ve yabancı örgütler neler olup bittiğinin farkındaydı, ancak aynı zamanda yargısız infaz, 'ortadan kaybolma' ve göz altında ölüm olaylarıyla başa çıkmaya çalışıyordu. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Komitesi yapılan yıkımları bildirdiler ve diğer hükumetler nezdinde girişimlerde bulundular.(10) Ancak uluslararası camiadan eleştirel sesler yükselmedi. Bunun bir nedeni, söz konusu suistimallerin PKK saldırıları ve PKK üyelerinin işledikleri suistimallerden oluşan bir arka planı olmasıydı.

" Hakim ve savcılar gerçeği sakladı " 

Türk hakim ve savcılar, yaşanan gerçekliğin saklanmasında üzerlerine düşen görevi yerine getirdiler. Köy yakma kampanyasını haber yapan gazetelere karşı dava furyası açtı. 1994 Nisan'ında Türkiye'deki İnsan Hakları Derneği (İHD) zorunlu göç ettirmeyle ilgili kapsamlı bir inceleme yayınladı. Yakılan Köylerden Bir Kesit başlığını taşıyan çalışmaya el konuldu ve İHD Başkanı Akın Birdal Ankara Terörle Mücadele Yasası uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde "bölücü propaganda" yapma iddiasıyla yargılandı.

Millet Meclisi, göç ettirilen köylülerden akın halinde gelen dilekçelere yanıt vermede yavaş davrandı. Milletvekillerinin olayı ele almalarını engelleyen etmenlerden birisi basındı. Diğeri ise, sertlik yanlısı milletvekillerinin güvenlik güçlerine yönelik her türlü sorgulamayı ihanete varan PKK propagandası olarak damgalamaya hazır olmasıydı. Nisan 1995'te Faili Meçhul Cinayetlerle ilgili Meclis Komisyonu köy koruculuğu sistemini "toplumsal çelişkiye yapılan bir yatırım" olarak nitelemiş ve köy korucularının öldürme ve haraç dahil yasadışı eylemlerde bulunduğunu doğrulamıştır. Buna karşın, Komisyonun bulguları göz ardı edilmiş ve koruculuk sistemi aynen devam etmiştir. 3 Haziran 1997'de kurulan İç Göç Komisyonu'na kadar, Meclis ülke içinde zorla göç ettirilme olayını doğru dürüst bir şekilde ele almadı.

Komisyon önceleri göçün kentler üzerindeki etkisini ele almak için kurulmuştu. Yetkisinin Güneydoğu'daki suistimalleri de kapsamak üzere genişletilmesi ancak zorlu bir uğraş sonucu mümkün oldu. 14 Ocak 1998 tarihinde, Komisyon Meclis'e 170 sayfalık bir rapor sundu. Ulusal hassasiyetleri rencide etmemek için, rapor diplomatik bir üslupla yazılmış ve dikkatle dengelenmişti.Buna karşın, karabasanı açık bir şekilde kayda geçirmiş oldu. Belki de en önemli katkısı, OHAL Valisi'nden köy yıkımlarıyla ilgili resmi bir rakam koparmayı başarmasıydı. Buna göre, 820 köy ve 2.345 küçük yerleşim biriminden toplam olarak 378.335 kişi göç ettirilmiştir. (11) Raporun önerileri büyük ölçüde ihmal edilmiştir.

Dipnotlar 



1- Güvenlik nedeniyle, görüşülen şahsın adı gizli tutulmuştur.

2- Kürdistan İşçi Partisi, yasadışı silahlı bir örgüt.

3- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

4- Güvenliği nedeniyle, görüşülen şahsın adı gizli tutulmuştur.

5- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

6- İnsan Hakları İzleme Komitesi'yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001.

7- 1978'de on üç Güneydoğu ilinde sıkıyönetim ilan edildi. Ertesi yıl sıkıyönetim on dokuz ile genişletildi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, sıkıyönetim altmış-yedi ilin tümüne genişletildi. Sıkıyönetim 1987 yılına kadar kademeli olarak kaldırıldı. En son güneydoğu bölgesinde kaldırılan sıkıyönetimin yerine OHAL ilan edildi. 1990 yılında on Güneydoğu ili olağanüstü hal altındaydı. 1990'ların sonuna doğru çatışmanın seyri yavaşlayınca, olağanüstü hal kademeli olarak kaldırılmaya başlandı.

Halihazırda iki il (Şırnak ve Diyarbakır) olağanüstü hal altındadır, ancak bunun süresinin Kasım 2002'de sona ermesi üzerine yeniden uzatılması beklenmiyor. Olağanüstü hal valisinin çok geniş yetkileri var. Bunlara ifade özgürlüğünün kısıtlanması, memurların ve halkın yerlerinden edilmesi, ve mülke el konması dahildir. Olağanüstü hal altındaki bölgelerde gözaltı süresi daha uzundur. Olağanüstü hal valisinin emrindeki güçlerin büyük ölçüde yargı muafiyeti vardır.

8-Cumhuriyet, 28 Ekim 1994.

9- Bkz. Policy of Denial (İnkar Politikası) başlıklı Uluslararası Af Örgütü Raporu, Şubat 1995, AI Index: EUR 44/24/95, s 3.

10- Örneğin, bkz: Forced displacement of ethnic Kurds from Southeastern Turkey (Güneydoğu Türkiye'deki Kürtlerin zorla göç ettirilmesi), İnsan Hakları İzleme Komitesi, Ekim 1994.

11- "Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşlarımızın Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu" Raporu. 14 Ocak 1998 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuştur. (NK/BB)

Read more...