3 Mayıs 2010 Pazartesi

Rahatlık Battı

Bazı alışkanlıkları unutmak için yapılması gereken en doğru alışkanlık, o alışkanlıktan uzak durma alışkanlığını kazanmaktır. Küçüklüğümüzden beri beyinlerimize hapsedilen her olaya politik ya da dini bir yaklaşımla bakma alışkanlığından uzaklaşma alışkanlığını kazanabilme alışkanlığını anlatabilmek için cebelleşmekteyim.Buralara gelmeden önce bu kötü-kaka alışkanlığı edindiğim yerden uzaklaşınca biraz olsun etkisini azaltacağını düşünmekteydim. Koşullar ve ortam bunu yapabilmek için hali hazırda uygunda açıkçası. Bizimle aynı şansızlığı yaşayan Ürdünlü, İranlı, Iraklı, Filistinli Arap öğrencilerden ve bizimkilerden başka buralarda siyaset ve din üzerine konuşan kimseleri göremedim henüz. Öyle ki bugünlerde bizimkinden daha kuvvetli parçalanma rüzgarları esmesine rağmen, Belçika'da, günün birinde Flaman gençlerden birine sizin başbakanınız kimdi, yönetim şekliniz ne, cumhuriyet kaç yılında kuruldu gibi sorular sorarsam cevabını alabileceğimden şüpheliyim açıkçası.


Flamanlardaki bu rahatlık ve vurdumduymazlık beni biraz olsun rahatlatmaya yetmedi ne yazık ki. Bunu yapmanın dünyanın neresine gidersem gideyim benim için mümkün olmadığını da böylece öğrenmiş oldum. İçerden de baksam dışardan da baksam ülkede olup biten her olaya, karşı bir tavır takınmak, çözümü ben ölünceye kadar mümkün olmayan olaylar hakkında kafa yormak, sinirlenip küfür etmek hayatımın vazgeçilmez bir parçası olmuş durumda. Bundan zevk alabilmek dengesizliğini gösterebilmem için de son zamanlarda bizi meşgul eden birkaç olaya değinmeden geçemeyeceğim:

Bunlardan ilki zaman zaman unuttuğumuz ancak bize bu olaydan bağımsız dış devletlerin hamleleriyle hatırlatılan 1915-1918 yılları arası kimine göre 100-200 bin kimine göre 1,5 milyon Ermeniye ne olduğu sorusuydu. Acaba Ermeniler gerçekten de soykırıma mı uğramışlardı, yoksa Türkiye'nin kendini savunurken dediği gibi tehcir edilirken kimisi soğuktan, hastalıktan ölmüş, kimisi ise Kürt Çeteleri tarafından öldürülmüş, kaçarlarken de bu Kürt Çeteleri yerine birçok Türkü katletmişler miydi? Bütün bunlara ilaveten hali hazırda Osmanlı Devletinin en güçsüz olduğu bu yıllarda bu çapta büyük bir soykırımı yapabilmesi mümkün müydü? Yoksa Türk ordusunun en kötü koşullarda bile güçlü kalabilmeyi başarabildiği teorisi akla daha mı uygundu?

Ortaya atılan bütün bu teoriler, iddialar ne derece gerçekçi ne derece abartılmış ya da yalandır bilinmez ama bu olayın çözümünden de çözümsüzlüğünden de her iki tarafın da mutsuz olarak ayrılacağını söylemek güç olmasa gerek.

Son günlerde ceketli kravatlı adamları birbirine yumruk sallarken, birbirinin boğazını sıkarken, birbirlerine akla gelmesi zor küfürler ve laflar ederken gördüğümüz haberleri gün geçmiyor ki görmeyelim. Meğersem bu adamlar anayasayı değiştirmek için bu kadar cebelleşiyorlarmış. Kendi ağızlarından bu işin mecliste bitmeyeceğini hatta ve hatta cumhurbaşkanı onaylasa bile, referandum olsa bile işin yargıya taşınacağı söyleyen bu çirkef adamlar o zaman neden mecliste kendilerini bu kadar paralıyorlar anlayabilmek mümkün değil. 2007'de bu hayaline ulaşamayan Akp bu kez de hüsrana uğrayacak gibi gözüküyor, neler yapabilecek göreceğiz.

Taciz ve tecavüz haberlerinin artışında bir anda ortaya çıkan patlama toplum olarak ne kadar sapık olduğumuz gerçeğini suratımıza çarptı bir kez daha. 7'den 70'e ülkenin dört bir yanından gelen akla sığmaz tecavüz haberleriyle bir sinir patlaması yaşıyoruz bu günlerde. Bunlardan bir tanesi 1,5 yıl boyunca saklı tutulabilmiş Siirt'te yaşanan tecavüz olayı. Benzer bir olayın 2007'de Dersim'de yaşandığı bu olaydan sonra arka arkaya bu okullarda çıkan tecavüz haberlerine rağmen Yatılı Bölge Okullarının neden tecavüz yuvalarına dönüştüğü sorusunu neden kimse sormamakta halen? Olayı yine kimseler duymadan kendi aramızda mı halledeceğiz yoksa?

Uzun yıllar Taksim'e çıkabilmek için nice biber gazı ve tazyikli su saldırısından sağ çıkmayı başarabilmiş yediği onca çopa rağmen bu isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemiş işçilerin isteği geçen yıl kısmen de olsa gerçekleşebilmişti. Ufak bir grubun Taksim'e çıkmayı başarabilmesi basınımıza göre geçen yıl polisin önceki seneye göre daha orantılı bir güç kullanmasıyla alakalıydı. Öyle ki geçen yıl hastane bahçesine yapılan biber gazı saldırısı bunun bir göstergesiydi. Bu yıla geldiğimizde ne değişti bilinmez aynı polis bu kez orantılı ya da orantısız herhangi bir güç gösterisinde bulunmadı. Böylece halkın kendi kendini daha rahat idare edebildiği, korkusuz, tehlikesiz, amacına ulaşmış bir 1 Mayıs kutlamasını Taksim'de görebildik. Bu iş bu kadar kolaysa onca korkunun, yıldırmanın, saldırmanın, beş para etmez haberlerin mantığı neydi öyleyse? Bütün bunların üstüne çıkıp televizyonlardan hızlı hızlı konuşarak sağa sola teşekkür edip kendine pay çıkaracak kadar yetkili ve yüzsüz olmanın gereği neydi? Önceki yıllarda başını çektikleri saçmalıkları çok çabuk unutturdular bizlere. Madem öyle kapanışta ben de onları Nietzsche'nin bu sözüyle selamlıyorum:

"Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür."

Read more...