20 Nisan 2010 Salı

Dekalog


Saat akşamın 11’i. En azından 1 bölümünü izlerim. Ne de olsa televizyon için çekilmiş kısa filmler. Film tadında olmaz. Her gün 50 şer dakikalık 1 bölüm izlersem 10 günde biter. Çok sıkıcı olursa devamını da izlemem. Ama görüntüler çok net. Hiçte televizyon dizisine benzemiyor. Her bir bölüm Tevrat’ta ki “10 Emir” den biriyle adlandırılmış. Üstelik Kieslowski’nin* Üç Renk** serisi olağanüstü güzel filmlerdi. En iyisi internetten araştırma yapıp, ekşi sözlükten yorumları okuyayım. Hayır! Bunu yaparsam bu kez filmleri izlememin pek bir anlamı kalmayacak.

Kafamda oluşan bu soru işaretleriyle başladım Kieslowski’nin Dekaloglarını*** izlemeye. Ertesi gün aynı saatlerde son bölümünü de izleyip seriyi tamamladığımda izlemek için ne denli geç kaldığımın karın ağrısıyla uğraştım bu kez hayli bir vakit. Sonraları okuduğum Kubrick’in**** Dekaloglar için yazdığı bu paragraf biraz olsun ne izlediğimi sözcüklerle anlatabilmişti bana.

"Büyük sinemacıların eserlerinin belli bir yönü üzerinde durma konusunda hep isteksiz olmuşumdur. Çünkü bunun, eseri kaçınılmaz olarak basitleştirme ve indirgeme ihtimali vardır. Fakat Kieslowski ve yardımcı yazar Piesiewicz'in***** senaryolarını içeren bu kitapta fikirlerden sadece bahsetmek yerine bunları dramatize etme konusunda çok ender rastlanan bir yetenekleri olduğu gözlemini yapmak yersiz olmaz. Kastettikleri şeyi dramatik bir eylemle anlatarak, seyircinin, anlatılanın ötesinde gerçekleşen şeyleri keşfetmesi gibi bir kazanca da sahip oluyorlar. Bunu öyle hayranlık verici bir yetenekle yapıyorlar ki fikirlerin ortaya çıkışını farkedemiyor ve ancak çok sonraları kalbinize ne kadar derinden nüfuz ettiklerini anlayabiliyorsunuz."

Bütün bölümler hakkında uzun uzun düşünüp, konuşabilmek mümkün. Yönetmenin bizden yapmamızı istediği de bu zaten. Filmlerin konusunu birilerinin ağzından duyup öğrenmek yerine izleyicinin keşfetmesi daha doğru diye düşünüyorum. Bu sebeple sadece filmlerin isimlerini vermekle yetiniyorum:

1 - Dekalog, jeden (Senin tanrın benim, başka tanrın yoktur.)

2 - Dekalog, dwa (Tanrı'nın ismini boş yere ağzına almayacaksın)

3 - Dekalog tryz (Altı gün çalışacaksın, bir gün dinleneceksin.)

4 - Dekalog, cztery (Anne ve babana saygılı davranacaksın.)

5 - Dekalog, piec (Öldürmeyeceksin.)

6 - Dekalog, szesc (Zina etmeyeceksin.)

7 - Dekalog, siedem (Çalmayacaksın.)

8 - Dekalog, osiem (Yalan yere şahitlik yapmayacaksın.)

9 - Dekalog, dziewiec (Komşunun evine tamah etmeyeceksin.)

10 - Dekalog, dziesiec (Komşunun karısına, kölesine, hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.)

....*Kieslowski.....** Üç Renk Mavi, Kırmızı, Beyaz.....***Dekalog.....****Kubrick ....*****Piesiewicz

Read more...

8 Nisan 2010 Perşembe

Allemagne 1

- The next station is Cologne?

- We will get off from train in Aachen

- This train goes to Cologne, right?

- I don’t know, where you mean? But this train goes to Köln

Uzayıp giden konuşmada araya girmeyerek daha ne kadar uzatabilirler diye bekledim. Soruyu soran Fransız etrafına bakıp başkalarından yardım almak istedi ama kimsenin oralı olduğu yoktu. Karşı koltukta oturan çocuklu kadın laptopuyla heyecanlı heyecanlı bir şeyler bakıyordu. Yanımdaki genç çocuk telefonuyla oynuyordu. Ben de uyuyormuş numarası yapıyordum. Bir Alman bir Fransız bir araya gelirse ancak bu kadar saçmalar diye düşündüm içimden. Sonunda Alman indi trenden. Fransız kaldı yalnız başına. Birkaç dakika sonra trenden yapılan İngilizce anons sonrası Köln’e geldiğimizi anladı.

- Dear passengers we will be shortly arriving Cologne Hauptbahnhof.

Köln Tren İstasyonu............................................................................... Luggage Lockers

Bu hauptbanhof kelimesi çok havalı bir kelime gelmişti bana. 3 saatlik bir ara vardı Stuttgart trenine binmem için. Böylece Köln’de ufak bir gezi yapabilecektim. Valizimi luggage lockers denilen bir makineye 2 saatliğine bıraktım. Buralarda çokça Türk olduğunu biliyordum. O yüzden ne duyarsam duyayım şaşırıp bakmamak için kendimi koşullandırmıştım.

Ancak tren istasyonundan kapısından dışarı çıkar çıkmaz karşıma çıkan Halkbank yazısıyla dumur olmuştum. Biraz bekleyip kaldım yerimde. Öyle ki sol yanımda yükselen devasa Dom Katedralini bile fark edememişim. Katedrali şöyle bir dolandıktan sonra şehrin merkez caddesinde dolanmaya başladım. Neredeyse geçen her 3 kişiden biri Türkçe konuşuyordu. Almanların bakışlarından Türkleri pek sevmedikleri alelen belli oluyordu. İstanbul’da ki Kürtlerin vaziyetini Almanyada ki Türkler almıştı demek ki. Etme bulma dünyası bu olsa gerek.

Sağı solu şöyle bir dolandıktan sonra gezecek pek bir yeri kalmamıştı şehrin. Her ne kadar tarihte Avrupa’nın önemli şehirlerinden de olsa, Köln 2. Dünya Savaşı’nda büyük oranda harap edilmişti. Savaşta ayakta kalan az sayıda yapılarındandı Dom Katedrali.

Katedrali ikinci kez gezdikten sonra trene binmek için hauptbanhofun yolunu tuttum. Avrupa’nın o kusursuz işleyen trenleri nedense bana gelince bozuluyordu. Yaklaşık bir saatlik bir gecikme süresince tren istasyonunda oturdum. Bu bir saat içinde işlerinden evlerine dönen Türklere kulak misafiri olmakla beraber, ikide bir yanıma bilet parası almak için gelen dilenci görünümlü insanlarla oyalanarak geçirdim. Tek kelime bile Almanca bilmediğim için bayağı bir çabalıyorlardı dertlerini anlatabilmek için. İngilizce konuşmaya çalışanlardan biri en sonunda başarabilmişti.

- Money for the ticket…





Trene bindikten kısa bir süre sonra uzun uzun Almanca konuşan kadın makinist sonra İngilizce tek bir cümleyle eski Batı Almanya’nın başkenti Bonn’a geldiğimizi söyledi.

- Dear passengers we will be shortly arriving Bonn Hauptbahnhof. Thank you for choosing Deutsche Bahn.

Uyku arasında aynı anonsu değişik istasyonlarda tekrarlıyordu makinist Koblenz, Mainz, Frankfurt, Mannheim….. Stuttgart…

Read more...