27 Aralık 2009 Pazar

Yorumsuz... Kimliksiz...

Read more...

22 Kasım 2009 Pazar

Üç Maymunlar




“Onur Öymen’in Dersim gafına tepkiler sürüyor. Ben de Kürt Meselesi’nin tarihini yazmaya devam ediyorum. 24/25 Eylül 2009 gecesi ATV’de yayınlanan Siyaset Meydanı programında, Türk Hava Kuvvetleri’nin 1930’daki Ağrı Kürt İsyanı’nın bastırılmasında önemli rolü olduğunu söylediğimde, salondaki üniversite öğrencilerinden biri, o günlerde Türk Hava Kuvvetleri’nin uçak sayısının çok az olduğunu, mevcut uçakların ‘pırpır’ tabir edilebilecek nitelikte uçaklar olduğunu, hele bombardıman yapma kabiliyetlerinin olmadığını söyleyerek, beni yalanmaya çalışmıştı. Aslında söylemek istediğim, Türk Hava Kuvvetleri’nin (ve genel olarak TSK’nin) stajını ne yazık ki kendi halkına karşı harekâtlarda yaptığıydı. Bunca tecrübeye rağmen nasıl olup da 1974 Kıbrıs Harekâtı’nda düşman gemisi sanıp Kocatepe Muhribi’ni batırdıklarına değinmemiştim bile. Ancak o gece, esas konudan uzaklaşmamak için, o tarihte Türk Hava Kuvvetleri’nin yaklaşık 300 uçağa sahip olduğunu, Ağrı’daki harekâtlara yaklaşık 60 uçağın katıldığını söylemekle yetinmiştim. Tartışmayı sürdürmeyişim, Ekşisözlük gibi sitelerde eleştiri konusu olmuştu. Bu hafta, o gece söyleyemediklerimi anlatmak istiyorum.”

***
Ayşe Hür'ün Taraf gazetesinde 22.11.2009 tarihli yayınlanan makalesinin başlangıç sözleri bunlar. Bu günlerde sıkça tartışılan Dersim Katliamı'nda rol alan aktörlere dair açıklayıcı bilgiler içermekte olan makalenin sadece Dersim ile ilgili olan kısmı:


Dersim’de bir Atatürk kızı: Sabiha Gökçen

1937-1938’deki iki aşamalı Dersim Harekâtı’na Diyarbakır’dan havalanan, 16 ila18 adet Bréuget markalı uçak katılmıştı. (1934’te hizmete girenlerle sayıları 70’e ulaşan Bréguetler 1938’den itibaren Vulteeler ile değiştirileceklerdi.)Harekâta katılanlardan biri, ‘Türkiye’nin ilk kadın pilotu’, ‘ilk askerî kadın pilotu’, ‘savaşa katılan ilk kadın pilotu’ unvanlı Sabiha Gökçen’di. Bu konuda kapsamlı bir makale yazan Ayşe Gül Altınay’ın (ki Gökçen’le ilgili bilgileri, kaynakçada künyesini verdiğim bu makaleden derledim) Sabiha Gökçen’in hatıratından aktardığına göre, 1913’te Bursa’da doğan, anne babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi ile yaşayan küçük Sabiha’nın hayatı, 1925’te Mustafa Kemal’in Bursa’yı ziyareti sırasında kökünden değişmişti. Koruma duvarını bir şekilde aşarak, okuma isteğini kendisine ileten Sabiha’nın azminden çok etkilenen Mustafa Kemal, ağabeyinden izin alarak Sabiha’yı evlat edinmişti. Bir süre Arnavutköy Kız Koleji’nde, bir süre Üsküdar Kız Lisesi’nde okuyan Sabiha, sağlığı elvermediği için eğitimine ara vermiş, Heybeliada’da ve Viyana’da bir süre tedavi gördükten sonra Paris’e gitmiş; ancak hem memleket, hem de Paşa’nın hasretine dayanamayarak, tedavisi biter bitmez Türkiye’ye dönmüştü.

Soyadını Atatürk veriyor

1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, Mustafa Kemal kendisine Gökçen soyadını vermişti. Belki de bu soyadının etkisiyle, o güne kadar havacılıkla hiç ilgilenmezken, Mayıs 1935’te yeni kurulan Türk Kuşu’nun açılış töreninde Rus öğretmenlerin planörleriyle yaptıkları gösterilerden çok etkilenmiş ve kendisinin de denemek istediğini söylemişti. Atatürk’ün bu isteğe yanıtı şöyle olmuştu: “Cesaretini beğendim (...) Gökçen soyadına havacılık çok yakışır doğrusu.” Paraşütle başlayıp uçaklarla havacılığa devam edecek olan Sabiha Gökçen için artık ‘istikbal göklerde’ idi. Birkaç ay içinde Türk Kuşu’ndaki eğitimini tamamlayan Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Rusya’ya planör öğretmenliği eğitimi almaya gönderildi. Odessa’da planör öğretmenliği diploması alan Gökçen, Ankara’ya dönüşünde Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’ndan getirilen motorlu bir uçakla eğitimine devam etti. Motorlu uçakla ilk kez tek başına uçuşundan sonra Atatürk kendisiyle ilgili planlarını şöyle açıkladı: “Teşekkür ederim Gökçen (...) Beni çok mutlu ettin. Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim (...) Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın. Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır tahmin ediyorsun değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’na göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.”

Dersim gönüllüsü

Bu eğitim gerçekten özel bir eğitimdi, çünkü okuldaki tek kadın Sabiha Gökçen’di. Ona eşlik eden ilkokul öğretmeni Nüveyre (Uyguç) Hanım’la birlikte Eskişehir’de iki yıl eğitim gören Sabiha Gökçen, hatıratına bakılırsa, Atatürk’ü bizzat ikna ederek, kendi isteğiyle Dersim Harekâtı’na katıldı. 1937 yılı ilkbaharında bir ay boyunca “bir gün rasıt (gözleyici) bir gün pilot olarak” çok sayıda uçuş yapan Gökçen, anılarında Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde durmaz. O, bu harekâta ülkesinin kendisine “verdiği görevi yerine getirmek” üzere katılmıştır. Dersim Harekâtı sonrası Sabiha Gökçen bir ulusal kahramandır. Onu ilk kutlayanlar Başbakan İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Atatürk’tür. Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor... Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir... Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz... Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir... Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” demişti.

Anlamlı suskunluk

Sabiha Gökçen’e 28 Mayıs 1937 tarihinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üç yüzden fazla davetlinin katıldığı bir törenle Türk Hava Kurumu’nun Murassa (=değerli taşlarla bezenmiş) Madalyası verilecektir. Ancak ortada garip bir durum vardır. Sabiha Gökçen’in neden ulusal bir kahraman olduğu konusunda çarpıcı bir suskunluk vardır. Çünkü Dersim harekâtı kamuoyundan gizli tutulmuştur. Nitekim Havacılık ve Spor dergisine göre Sabiha Gökçen bu madalyayı “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında büyük muvaffakıyetler [gösterdiği] ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” ettiği için almıştır. Gökçen’i ateşli bir şekilde tebrik eden gazete yazarları ve hatta madalyayı sunan Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca’nın açıklaması da şöyledir: “Türk Hava Kurumunun madalya nizamnamesi (hayatını istihkâr edecek derecede fedakârlık gösteren uçmanlara) madalya verilmesini kaydeder. Bunun için hava ordusu kıtalarından parlak notlar alan ve Genelkurmay Başkanı Sayın Mareşalin takdirlerini kazanan yiğit Gökçeni, Türk Hava kurumu murassa madalya ile taltife karar vermiştir.” Gökçen’in yaptığı teşekkür konuşmasında da Dersim’in adı geçmez, ancak Mareşal Çakmak’a özel bir teşekkür vardır.

Kemalist klişe: Feodaliteyi tasfiye

Dersim Harekâtı ve Gökçen’in buradaki başarıları üzerine suskunluk İsmet İnönü’nün TBMM’nde bu konuda yaptığı konuşmanın ardından bozulur. 15 Haziran 1937 gününden başlayarak gazeteler Dersim üzerine haberler yayımlamaya başlar. Aynı günTan gazetesinde çıkan bir yazı gazetelerde o güne kadar uygulanan (oto)sansürü açıklamaya çalışır: “Birkaç gün evvel ilk kadın tayyarecimiz Sabiha Gökçene murassa bir madalya verildiği yazıldığı zaman uçuş tatbikatındaki hizmetlerinden bahsedilmişti. Bu hizmetlerin mahiyeti sarahatle (açıklıkla) ortaya konulmamıştı. Buna da sebep şu idi: Feodalizmin son döküntülerinin tasfiyesi için alınan esaslı tedbirlerin tarihi bir ehemmiyeti vardır. Bunların millete ve dünyaya etraflı bir suretle bildirilmesi, İsmet İnönü’nün büyük nutkuna bırakılmıştı.” Sabiha Gökçen anılarında Tunceli değil de Dersim adını kullanır ancak bu anlatıda ne bombalar vardır, ne ölen, yaralanan, göçe zorlanan insanlar, ne de Dersim Harekâtı’nın içeriğine dair herhangi bir bilgi. Gökçen’in Dersim’deki rolüyle ilgili olarak, ancak 1972 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanan Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitapta birkaç satır okumak mümkün olur: “Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak lüzumu üzerine Tayyare Alay Komutanı komutasında 15 uçaklı bir filo, Kırklar dağı-Darboğaz dere yolu-Zel Dağı-Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki Keçizeken (Yukarı Bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen hanımın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu” (s. 377)
‘Üç maymunlar’

Bu açıklamaya rağmen, Sabiha Gökçen, 28 Haziran 1987’de Nokta dergisinden Hıdır Göktaş’a verdiği röportajda harekât sırasında halktan ölenler olup olmadığı sorusunu da şöyle yanıt verecektir: “Yoktu. Keşif yapılıyordu, ordunun da istihbaratı vardı. Biliniyordu bu kötü kişilerin nerede olduğu. Çoluk çocuk olan yerleri doğrudan tahrip etmek insanlık dışı olurdu. Böyle bir şey olmamıştır.” O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur yıllar sonra verdiği bir mülakatında okuyucularından özür dileyerek yaşantısının bu bölümünü anlatmaktan kaçınacağını söyler. Bunun nedeni sorulduğunda, Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde de yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu söyleyerek sözlerini noktalar. Sabiha Gökçen’in suskunlukla geçiştirdiği, Muhsin Batur’un anlatmaya dilinin varmadığı şeyleri artık konuşuyoruz. Bu konuşmanın, bir çeşit ‘katharsis’ (geçici, yüzeysel rahatlama) seansına dönüşmemesini, aksine kapsamlı bir tarih eleştirisinin ve kapsamlı bir telafi yaklaşımının ilk adımı olmasını dileyelim.

Read more...

27 Ekim 2009 Salı

Çizgisi Belirsiz Sosyalistler (Ç.B.S.)


Ç.B.S. yani Çizgisi Belirsiz Sosyalistler olrak bahsediliyordu Kazım Öz’ün Bahoz(Fırtına) filminde o dönemin solcularından. Onların bile bu kadar hedeften şaştığını zannetmiyorum. Zira küçükken solcu denildiğinde kafamda bambaşka bir imajı vardı  bu adamların. Bunda yaptıkları daha doğrusu yapmak isteyipte yapamadıklarının katkısı vardı kuşkusuz. Ama bugün dünyadaki sol kavramının gerileyişine paralel ama biraz tuhaf değişen ülkemizdeki sol en sonunda günümüz gelişmelerininde katkısıyla böyle tuhaf bir resmi gözler önüne seriyor. 


Read more...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Zamska

Türkülerimizi ya da Halk Müziğini yeni bir formda yapalım ve adını da Özgün Müzik diye koyalım diyenlerin ortaya çıkardığı bir müzik vardı zamanında. Bu müzik türü sonraları ismin tuhaflığını farkeden müzisyenler tarafından adı Protest Müzik olarak değiştirilerek literatüre koyulmuştu. Tıpkı Özgün Müzik yapanların mantığıyla bir kısımda türkülerimizi gitarla çalıp söyleyelim sevdasına girişmiş ve buna da Anadolu Rock diye bir de bütünleştirici bir isim koymuştu. Hatta ve hatta saçı uzun ve kafasının ortası kel bir amcamız "Amerika'da Rock Müzik çıktı hemen ertesinde ben aldım Türkiye'ye getirdim." diyerek Rock Müziğini kendisinin Türkiye'ye getirdiğini iddia etmiş ancak söylediği ve kendisine ait olmayan şarkıların aslında Amerika'dan gelmesi gereken rock müzikle bir ilgisinin olmadığının farkına varamamıştı. Yıllarca ülkemizde Rock Müzik neden gelişmiyor sorularını sorarken 2000'lerde farklı bir iki şey yapan insan görünce bu kez "Türkiye de Rock Müziğin Önlenemez Yükselişi" diye büyük puntolarla başlıklar atmıştı gazete ve dergilerimiz.

İşte bu tuhaflıkların arasından sıyrılmayı başarmış ve bu tuhaf gruba asla dahil edilemeyecek bir gruptu Bulutsuzluk Özlemi. Canlı ve fişsiz etiketiyle yayınlanan "Yaşamaya Mecbursun" adlı albümleri hemen hergün birkaç kez dinlediğim albümlerden birisiydi eskiden. Şarkılarında bol bol verdiği mesajlar mı hoşuma gitti ne Nejat Yavaşoğulları'nın o tek oktav bile etmeyen sesi zamanla çok sevdiğim seslerden biri haline gelmişti erken gençlik yıllarımda.

En son 2005'te Bağdat Kafe'siyle yanıbaşımızdaki savaşa göndermeler yapmış; şarkının klibinde Nejat Yavaşoğulları'nın gitarının üzerindeki "Savaşa Hayır" yazısı Powerturk kanalı tarafından silikleştirilince kıyametler kopmuş ve sonrasında uzun bir sessizliğe bürünmüş olan grup "Zamska" adlı albümle geri dönüşü yapmış durumda. Televizyonlarda sık sık dönen "Rüzgar" adlı şarkısı son zamanlarda kulak pasına birebir gelen nadir şarkılardan birisi olmakla beraber genel olarak albümdeki rahatlatıcı hava bu sonbaharı daha huzurlu kılmaya yetmekte. Kimi kaynaklarca Türkiye'nin Rolling Stones'i olarak lanse edilen grup, ilk Türkçe sözlü alternatif rock yapan grubu olarakta nam salmış durumdadır.

Read more...

6 Eylül 2009 Pazar

Dilana Ma

Gülümsüyordu Dilan, bu kez belki gözleri kapalıydı ama son kezde olsa etrafındakilere gülümseyerek bakmaktaydı. Henüz 17'sinde üzerine o istemeden de olsa giydirilmiş gelinliği düşünmemişti oysa. Yaşarken olduğu gibi, öldükten sonrada bile birileri onun adına karar vermişti çünkü.

Çok okuyup çok yazmaktaydı Dilan. Okudukları, gördükleri, hayal ettikleriyle yaşadıkları birbirine uymuyordu ama. Birbirlerinden çok uzaklardı çünkü. Sığamamıştı kabuğuna Dilan. Hayal ettiği hayata ulaşmak için eline tek bir fırsat dahi çıkmasını beklemeden vazgeçmişti isteklerinden. Ne de olsa Seyit Rızaların memleketinden gelmeydi. Ölmekten yana hiç ama hiç korkusu yoktu. Eylül'ün üçünde rap rap yürüyerek birbirine bağladığı iki kravatı boynuna geçirdi bir dakika dahi düşünmeden teslim etti kendini ölüme.

Çevresindekiler çok ağlayıp, çok sızladılar arkasından ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Değiştirse bile Dilan için hiçbir şey değişmeyecekti. Ölüm onu beklemekteydi zira er ya da geç.

Read more...

30 Ağustos 2009 Pazar

Baba Mesleği

Diyarbakır'da 15-16 yaşlarındaki bir gençle bir devlet memuru arasında geçen bir diyalog:


-Ne iş yapıyorsun?

-Hamallık yapıyorum.

-Baban ne iş yapıyor?

-Hamal.

Read more...

16 Ağustos 2009 Pazar

Bakakalmak

Önceleri “Önemli değil Türkiye’ye asıl eğer bu adamlar gelirse mutlaka giderim” diyerek kaçırdığım konserlere üzülmemiş numarası yapardım. İşte bu adamlardan biriydi Cohen hatta en önde gelenlerindendi. Bu kezde kendimi avutma gereği duymuyorum. Artık kimin konser verip vermediği pek umrumda olmuyor. Zira hiç birine gitmiyor ya da gidemiyorum.

Hem yazar, hem şair, hem de şarkıcı olupta bu derece başarılı olabilme şerefine ulaşmış birisi için efsane sözcüğünü kullanmak pek yadırganmamalı. Ancak gelin görün ki buralarda Cohen pek yadırganmış olacak ki adamcağıza sponsor bulunmaması gibi tuhaf bir durum oluştu. Sponsor bulamayan kuruluşun adının İKSV olması ne türlü bir acz içinde olduklarının kanıtı gibi. Sonuç olarak ben hariç -çünkü konsere gitmiyorum- minimum 150’şer TL si olanlar biraz uzaktanda olsa Cohen’i görüp dinleme şansına sahip oldular.

Sahnede şarkıcıdan daha çok 30-40’lardan kalma şehre inmiş Amerikalı çiftçi havası veren görüntüsü, karizmatik fötürlü şapkasıyla ortalığın tozunu atmışa benzer Cohen. Zaten çıkan haberlerde bunu kanıtlar nitelikte. “Sponsor bulan Cohen severler parmak kaldırsın!” diyerek daha ucuz bir Cohen konseri daha ümit ederek bu hevesimi sonraki yıllara saklamak istiyorum, tabi olurda adamın nefesi yeterde tekrardan buralara ayağı düşerse.

Read more...

26 Temmuz 2009 Pazar

Yol Haritası

“Hükümet Kürt halkını ağaların, beylerin kucağına attı. Halk ağalara beylere sığındı. Hükümetle olan işleri ağalar, beyler yaptı. Böylelikle Kürt halkını devlet değil ağalar beyler yönetti. Bu yıllarda ağaların beylerin yerini korucular aldı. Ellerinde devletin silahları var. Korucu olmayan milyonlarca Kürdün topraklarını, bahçelerini babalarının malı gibi kullanıyor, sürgünlerin topraklarının üstüne yatıyorlar. Sürgünden bir yolunu bulup topraklarına gelenlere korucular vermiyorlar.

Ya korucular. Bu çağın devlete benzer bir devletinin bir gözdesi olur mu, bu ayıbın altından kalkılır mı? Bu devlet bu onurla halkın da devleti. Bir devletin korucuları olamaz. Çocukları, delikanlıları, kadınları, yaşlıları öldürenler 'Onları PKK öldürdü diyecektik' diyorlar. Onların bir kısmı da korucuydu. Kim olursan ol bunun altından kalkabilir misin? Bu korkunç işe hepimiz sustuk. Bizi kim susturdu?"

Herkesin Kürt meselesi hakkında bir yol haritası çıkarma yarışına giriştiği şu günlerde bir silkelenmede Yaşar Kemal’den geldi. En son 1985'de bu türden bir açıklama yapacağını belirten yazarın o dönem başına gelmeyen kalmamış. Radikal gazetesinde dizi halinde yayınlanan söyleşinin ilk ve ikinci bölümünde dikkat çeken ve yukarıda yazan satırlar, geçtiğimiz aylarda yaşanan katliamların nedenini en kestirme yoldan anlatmakta. 2007'de piknik amaçlı birkaç kez ziyarette bulunduğum Mardin’in Bilge köyünde yaşanan olay için uydurulan onca sebepten sonra bu biraz daha makul geliyor kulaklara. Bu arada devletin olay sonrası bölgeye rehabilitasyon amaçlı gönderdiği onca kişiden sonra olaya ne kadar önem verdiği yargılama sürecinde kendini göstermekte. Trajedinin ikinci bölümünde dava sözde güvenlik sebebiyle Çorum’da görülüyor. Erkeklerin büyük bir bölümünün öldürüldüğü kala kala birkaç kendini savunamaz kadının ve çocuğun tanık olarak kaldığı bu köyde, bu kişilerin ise kalkıp Mardin’den Çorum’a gidip tanıklık yapması ve davalarına sahip çıkması beklenmekte.

Yaşar Kemal’in söyleşisinde dikkat çeken bir kısımda 19. Yüzyılda Kürtlerin 2 kez başkaldırdığı, Cumhuriyet Dönemin’de 29 kez başkaldırdığı yönündeki açıklamaları. Bu sorunun çözümü için Atatürk’ün gösterdiği yoldan gidilmesi gerektiğini de ekleyip, yöneticilerin bu yolu görmediğinden söz etmiş. Birkaç satır öncesindede Dersim Katliamı’nı hatırlatarakta kafalarımızı bir güzel karıştırmıştır. 1937-1938’de Dersim’de olanlar eğer yöneticilerin suçuysa bizim bunu yöneticilerin Atatürk’ün yolunu takip etmemeleri ve Atatürk’ün de ülkenin cumhurbaşkanı olarak bu olaydan habersiz oluşu sonucu gerçekleştiği şeklinde algılamamız gerekir. Ancak aynı Yaşar Kemal’in olayların yaşandığı sıralarda gazetelerde çıkan Kürtleri aşağılayıcı yazıları ve Kürt diye bir milletin olmadığına dair örnek vermesi ve aynı Atatürk’ün katliamın yaşandığı 37 yılında Dersim’e kadar gidip köprü açtığı, gidişinden 2 gün önce başkaldırın liderlerinin idam edilmesi gerçeği işin kafa karışıklığına yol açan kısmı.

Her şeye rağmen Katalanları örnek verip Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşamasının mümkün olduğu hatta bunun gerekli olduğunu, bunun yolununda barıştan geçtiği gerçeğinden bahsetmesi işin su götürmez gerçek yanı olarak gözükmekte. Hükümetin Abdullah Öcalan’dan önce davranıp 15 Ağustos’tan önce açıklayacağı harita bir açılım mı yoksa çözüm mü bunu hep birlikte göreceğiz. Dileğimiz ve istediğimiz çözümden yana olması. Seçimlerinde uzağında oluşunuda göz önüne alarak, hükümetin olayı yine seçimlerde oy arttırmak için tezgahladığı bir oyun şeklinde olmaması, daha kalıcı adımların bu kez herkesin dinlenerek atılması ümidiyle.

Yaşar Kemal'in Radikal Gazetesi'nde çıkan söyleşisinin tamamı için:

1. Bölüm

2. Bölüm

3. Bölüm


Read more...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Çift Camlarda Ses Gelmiyor




Çift camların iki tarafındakilerinin en az birinin suçlu olması gerekirken, her iki tarafında suçsuz olduğu gerçeğini bile bile gidipte içerdekini suçluymuş gibi ziyaret etmek insanı ne kadar tuhaf hissetirirmiş meğer, ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemezmiş insan. Karşıdakini avutacak sözleri bile bulmakta zorlanırmış insan. Söylenene göre telefon ahizesini kulağına götürüpte iki kat kalın camın arkasından konuşmanın verdiği şaşkınlık yetmiyormuş gibi birde içerdekini avutmaya çalışmak ne kadarda boş bir uğraşa dönermiş. İşin komik yanı bunun herkes farkında olmasına rağmen kimse vazgeçmezmiş bu sevdasından. Çünkü insanı iyi hissetirecek tek seçenek buymuş; ister umutlu olsun isterse çokça umutsuz olsun durum.


Tutuklamadan daha önceden hazırlanmış bir iddianamenin yaklaşık 45 gün boyunca ilçeden merkeze gelmesi sürüyorsa davanın geriye kalan süreci ne kadar sürer siz düşünün. Her yılın Temmuz ayı sonunda bir aylık keyif tatilleri var birde bu adamların onuda hesaba katın lütfen. Bir de aylarca hatta yıllarca sırf iddianamenin hazırlanmasını bekleyip neyle suçlandığının bilmeden yatan kurbanları hesaba katın lütfen. Olaya hangi tarafından bakılırsa bakılsın ne kadar bozuk bir sistemin sessiz tanıkları olduğumuz gerçeğini ancak başına gelince anlıyor insan.


Çift camlarda ses gelmemesi meselesine gelince önceleri telefonun olmadığı zamanlarda çift camın iki tarafına birbirinden uzak mesafede açılan iki küçük deliğin arasından konuşurmuş insanlar. Daha doğrusu seslerini birbirlerine duyuramadıkları için bağrışırlarmış. Abdullah Papur’un bu şarkısını küçükken dinlete dinlete ezberletmişlerdi bize. O zamanlar ne anlama gediğinin farkında değildik, sonra büyüyünce bu şarkıyı her dinlediğimizde ya da adını her zikredişimizde kahkahalarda gülmeye başladık. Zira bu müzik türü bize artık çok uzak geliyordu ve şu an olsa asla yaşamak isteyemeceğimiz bir hayatı anlatıyordu. Şarkının gerçekleştiği mekana ziyaret edenlerden duyduklarım sonrası düşünüyorumda bu şarkıyı yazmak gereği duyan Papur keşke duygularını daha değişik bir şekilde ifade etseymiş. Şarkının anlattığı olay zor bir durumu anlatsada dinlenildiğinde "Bu ne ya!" dedirtiyor insana. İnsanı güldürmekten başka bir işe yaramıyor halen bu şarkı. Camlarda nedir yani camlardan varken?

Read more...

10 Haziran 2009 Çarşamba

Çelenkli Açılış

"Bir ara sende yazmalısın." diyordu o yada "Yazmalısın sen de bir ara." diyerekten cümleyi devrik kurup daha etkili anlatmalısın kendini. Kendini anlatmaksa kasıt bunu yapmanın bin bir türlü yolu var deyip banane diyemedim ona. Salıverdim kendimi, parmaklarım gevşeyiverdi, zihnimden dilime yetişip oradan kendini rahatça dışarı atamayan sözlerim elimdeki "O" ile daha rahat ulaştı dışarı.


"O" konuşmazken artık ben söz verircesine düşündüm bu kez "Burada herkesin düşündüğünden daha fazla düşünmeye çalış ama herkesin anlayacağı bir dilden anlat." diye. Zaten en büyük sorun bu olmamış mıydı en başından beri. Yazanlar hep bu şekilde ikiye ayrılmamış mıydı? Kimisi kendi yazdığını bile anlamazken kimisi okumasını dahi bilmeyene anlatmıştı derdini.

Yazmaya başlamışsan, yazmaya mahkumsundur diye büyük bir laf edip açılışı yapıyorum. Çelenklerinizi girişe bırakmayı unutmayın. Ne de olsa halen bu memleketteyiz. İşin aslına gelince milyonlarca satır yazsamda, yazmak benim harcım değildir belki de kimbilir?

Read more...
<<