26 Temmuz 2009 Pazar

Yol Haritası

“Hükümet Kürt halkını ağaların, beylerin kucağına attı. Halk ağalara beylere sığındı. Hükümetle olan işleri ağalar, beyler yaptı. Böylelikle Kürt halkını devlet değil ağalar beyler yönetti. Bu yıllarda ağaların beylerin yerini korucular aldı. Ellerinde devletin silahları var. Korucu olmayan milyonlarca Kürdün topraklarını, bahçelerini babalarının malı gibi kullanıyor, sürgünlerin topraklarının üstüne yatıyorlar. Sürgünden bir yolunu bulup topraklarına gelenlere korucular vermiyorlar.

Ya korucular. Bu çağın devlete benzer bir devletinin bir gözdesi olur mu, bu ayıbın altından kalkılır mı? Bu devlet bu onurla halkın da devleti. Bir devletin korucuları olamaz. Çocukları, delikanlıları, kadınları, yaşlıları öldürenler 'Onları PKK öldürdü diyecektik' diyorlar. Onların bir kısmı da korucuydu. Kim olursan ol bunun altından kalkabilir misin? Bu korkunç işe hepimiz sustuk. Bizi kim susturdu?"

Herkesin Kürt meselesi hakkında bir yol haritası çıkarma yarışına giriştiği şu günlerde bir silkelenmede Yaşar Kemal’den geldi. En son 1985'de bu türden bir açıklama yapacağını belirten yazarın o dönem başına gelmeyen kalmamış. Radikal gazetesinde dizi halinde yayınlanan söyleşinin ilk ve ikinci bölümünde dikkat çeken ve yukarıda yazan satırlar, geçtiğimiz aylarda yaşanan katliamların nedenini en kestirme yoldan anlatmakta. 2007'de piknik amaçlı birkaç kez ziyarette bulunduğum Mardin’in Bilge köyünde yaşanan olay için uydurulan onca sebepten sonra bu biraz daha makul geliyor kulaklara. Bu arada devletin olay sonrası bölgeye rehabilitasyon amaçlı gönderdiği onca kişiden sonra olaya ne kadar önem verdiği yargılama sürecinde kendini göstermekte. Trajedinin ikinci bölümünde dava sözde güvenlik sebebiyle Çorum’da görülüyor. Erkeklerin büyük bir bölümünün öldürüldüğü kala kala birkaç kendini savunamaz kadının ve çocuğun tanık olarak kaldığı bu köyde, bu kişilerin ise kalkıp Mardin’den Çorum’a gidip tanıklık yapması ve davalarına sahip çıkması beklenmekte.

Yaşar Kemal’in söyleşisinde dikkat çeken bir kısımda 19. Yüzyılda Kürtlerin 2 kez başkaldırdığı, Cumhuriyet Dönemin’de 29 kez başkaldırdığı yönündeki açıklamaları. Bu sorunun çözümü için Atatürk’ün gösterdiği yoldan gidilmesi gerektiğini de ekleyip, yöneticilerin bu yolu görmediğinden söz etmiş. Birkaç satır öncesindede Dersim Katliamı’nı hatırlatarakta kafalarımızı bir güzel karıştırmıştır. 1937-1938’de Dersim’de olanlar eğer yöneticilerin suçuysa bizim bunu yöneticilerin Atatürk’ün yolunu takip etmemeleri ve Atatürk’ün de ülkenin cumhurbaşkanı olarak bu olaydan habersiz oluşu sonucu gerçekleştiği şeklinde algılamamız gerekir. Ancak aynı Yaşar Kemal’in olayların yaşandığı sıralarda gazetelerde çıkan Kürtleri aşağılayıcı yazıları ve Kürt diye bir milletin olmadığına dair örnek vermesi ve aynı Atatürk’ün katliamın yaşandığı 37 yılında Dersim’e kadar gidip köprü açtığı, gidişinden 2 gün önce başkaldırın liderlerinin idam edilmesi gerçeği işin kafa karışıklığına yol açan kısmı.

Her şeye rağmen Katalanları örnek verip Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşamasının mümkün olduğu hatta bunun gerekli olduğunu, bunun yolununda barıştan geçtiği gerçeğinden bahsetmesi işin su götürmez gerçek yanı olarak gözükmekte. Hükümetin Abdullah Öcalan’dan önce davranıp 15 Ağustos’tan önce açıklayacağı harita bir açılım mı yoksa çözüm mü bunu hep birlikte göreceğiz. Dileğimiz ve istediğimiz çözümden yana olması. Seçimlerinde uzağında oluşunuda göz önüne alarak, hükümetin olayı yine seçimlerde oy arttırmak için tezgahladığı bir oyun şeklinde olmaması, daha kalıcı adımların bu kez herkesin dinlenerek atılması ümidiyle.

Yaşar Kemal'in Radikal Gazetesi'nde çıkan söyleşisinin tamamı için:

1. Bölüm

2. Bölüm

3. Bölüm


Read more...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Çift Camlarda Ses Gelmiyor




Çift camların iki tarafındakilerinin en az birinin suçlu olması gerekirken, her iki tarafında suçsuz olduğu gerçeğini bile bile gidipte içerdekini suçluymuş gibi ziyaret etmek insanı ne kadar tuhaf hissetirirmiş meğer, ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemezmiş insan. Karşıdakini avutacak sözleri bile bulmakta zorlanırmış insan. Söylenene göre telefon ahizesini kulağına götürüpte iki kat kalın camın arkasından konuşmanın verdiği şaşkınlık yetmiyormuş gibi birde içerdekini avutmaya çalışmak ne kadarda boş bir uğraşa dönermiş. İşin komik yanı bunun herkes farkında olmasına rağmen kimse vazgeçmezmiş bu sevdasından. Çünkü insanı iyi hissetirecek tek seçenek buymuş; ister umutlu olsun isterse çokça umutsuz olsun durum.


Tutuklamadan daha önceden hazırlanmış bir iddianamenin yaklaşık 45 gün boyunca ilçeden merkeze gelmesi sürüyorsa davanın geriye kalan süreci ne kadar sürer siz düşünün. Her yılın Temmuz ayı sonunda bir aylık keyif tatilleri var birde bu adamların onuda hesaba katın lütfen. Bir de aylarca hatta yıllarca sırf iddianamenin hazırlanmasını bekleyip neyle suçlandığının bilmeden yatan kurbanları hesaba katın lütfen. Olaya hangi tarafından bakılırsa bakılsın ne kadar bozuk bir sistemin sessiz tanıkları olduğumuz gerçeğini ancak başına gelince anlıyor insan.


Çift camlarda ses gelmemesi meselesine gelince önceleri telefonun olmadığı zamanlarda çift camın iki tarafına birbirinden uzak mesafede açılan iki küçük deliğin arasından konuşurmuş insanlar. Daha doğrusu seslerini birbirlerine duyuramadıkları için bağrışırlarmış. Abdullah Papur’un bu şarkısını küçükken dinlete dinlete ezberletmişlerdi bize. O zamanlar ne anlama gediğinin farkında değildik, sonra büyüyünce bu şarkıyı her dinlediğimizde ya da adını her zikredişimizde kahkahalarda gülmeye başladık. Zira bu müzik türü bize artık çok uzak geliyordu ve şu an olsa asla yaşamak isteyemeceğimiz bir hayatı anlatıyordu. Şarkının gerçekleştiği mekana ziyaret edenlerden duyduklarım sonrası düşünüyorumda bu şarkıyı yazmak gereği duyan Papur keşke duygularını daha değişik bir şekilde ifade etseymiş. Şarkının anlattığı olay zor bir durumu anlatsada dinlenildiğinde "Bu ne ya!" dedirtiyor insana. İnsanı güldürmekten başka bir işe yaramıyor halen bu şarkı. Camlarda nedir yani camlardan varken?

Read more...